6 Eylül, Cumartesi
Yeni Demokrasi Gazetesi
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
    • ANALİZ
    • ANI – ANLATI
    • BİLİM
    • ÇEVİRİ
    • İZLENİM
    • KADIN
    • KOLEKTİF DOĞRULTU
    • MAKALE
    • MEŞA AZADÎ
    • POLİTİK – GÜNDEM
    • TARİHSEL BELLEK
  • Tüm Haberler
Yeni Demokrasi Gazetesi
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle

Anasayfa » 600 Bin İşçiye Devletin Sefalet Protokolü

600 Bin İşçiye Devletin Sefalet Protokolü

21 Ağustos 2025
içinde Emek, Yazılar
Facebook'ta PaylaşX'te PaylaşWhatsappTelegram
Google Haberler Google Haberler Google Haberler
ADVERTISEMENT

2025 yılı Kamu Çerçeve Protokolü (KÇP) süreci, Türkiye işçi sınıfı açısından yalnızca teknik bir toplu sözleşme görüşmesi değil; komprador ve tekelci sermayenin halkın geçim koşulları üzerindeki tam tahakkümünü, emek üzerindeki sistematik baskı ve sömürü düzenini tüm açıklığıyla ortaya koyan bir sınıf çatışması alanı olarak yaşandı. Bu çatışmada devlet, her zaman olduğu gibi egemen sınıfların elindeki güç aygıtı olmaktan ibaretti. Yaklaşık 600 bin kamu işçisini doğrudan ilgilendiren bu süreç, devletin ve komprador ve tekelci sermaye sınıfının çıkarlarıyla işçilerin insanca geçim koşullarına sahip olma talepleri arasındaki temel çelişkiyi gün yüzüne çıkardı. Sendikaların uzlaşmacı tutumu, komprador patron temsilcilerinin kibri ve tekelci sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda açıkça taraf olan devlet karşısında, bu toplu sözleşme dönemi işçilerin öfkesini büyüttü. Süreç, Türkiye’de emeğin nasıl sistemli biçimde değersizleştirildiğinin ve işçi sınıfının nasıl bastırıldığının somut bir örneği oldu.

İşçilerin talepleri son derece açık ve yaşadıkları gerçeklikten doğan meşru istemlerdi: Neydi bunlar: Taban ücretlerin artırılması, her yıl için kıdem zammı, sosyal yardımların güncellenmesi, yüksek enflasyon karşısında ücretlerin korunması ve refah payının hesaba katılması.

Türk-İş ve Hak-İş’in ortaklaşa hazırladığı 21 maddelik teklif dosyasında yer alan bu talepler, Türkiye’de yaşanan derin yoksullaşma, hayat pahalılığı ve gelir adaletsizliği düşünüldüğünde, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda yaşamsal bir zorunluluktu. Ancak işçilerin yaklaşık yüzde 50 oranındaki zam talebi, bir avuç komprador ve tekelci sermaye çevresi ile onlara hizmet eden hükümet tarafından gerçek dışı ilan edilerek küçümsendi. Oysa bu oran, işçilerin eriyen ücretlerini korumaya yönelik asgari bir talepti; geçim koşullarını karşılamaktan uzak, uzlaşmacı bir çizgide belirlenmişti.

Ne var ki patron kanadı TÜHİS ve hükümet, talepleri karşılamak bir yana, süreci bilinçli biçimde oyalama ve aşağılayıcı teklifler zinciriyle ilerletme yoluna gitti. İlk teklif yüzde 16 gibi sefalet sınırının bile altında bir oranla geldi; ardından yüzde 17’ye ve sonrasında yüzde 24’e çıkarıldı. Ancak bu artış yalnızca ilk altı ayı kapsıyor, ikinci altı ay içinse hedef enflasyona endeksli bir düzenleme öneriliyordu. Oysa verileri çarpıtan ve gerçekliği egemen sınıflar ile yabancı sermayenin çıkarları doğrultusunda manipüle eden TÜİK’in bile gizlemekte zorlandığı yüksek enflasyon, işçilerin gelirlerini her ay biraz daha aşındırıyordu. Sunulan teklif, işçilerin yıllık reel kayıplarını telafi etmekten çok uzaktı ve devlet, bu tekliflerin arkasında durarak patron tarafında durduğunu, sınıf çatışmasında bir aparattan ibaret olduğunu gösterdi.

Bu tutumun en çarpıcı örneği, 23 Temmuz 2025’te Maliye Bakanı’nın toplu görüşme masasını terk edip bir daha geri dönmemesiyle yaşandı. Bu, basit bir bürokratik aksaklık değil; devletin emeğe yönelik tahammülsüzlüğünün, toprak ağası küstahlığıyla bezeli ideolojik tutumunun açık bir ifadesiydi. Çalışma Bakanlığı da benzer biçimde sürece müdahil olmayı reddederek sözde tarafsız hakem olarak bulunduğu yeri, bu apaçık yapmacık rolü de taşıyamadı ve tümüyle terk etti. Böylece devlet, KÇP sürecini fiilen kilitleyerek toplu sözleşme hakkını askıya aldı, anayasal bir hakkı kullanılamaz kıldı, işçi haklarını ve gücünü görmezden gelme küstahlığını gösterdi.

Bu aşamada sendikaların tutumu belirleyici bir rol oynadı. Türk-İş, tabandan gelen baskılar sonucunda 500’ün üzerinde kamu iş yerinde grev kararlarını açıkladı. Bu adım, geçmişte defalarca tanık olunan uzlaşmacı ve edilgen sendikal çizgiden bir kopuş değilse bile, işçilerin sabrının tükendiğini ve kaderlerini ellerine alma iradesinin güçlendiğini gösteriyordu. Özellikle enerji, karayolları, şeker ve maden sektörlerinde örgütlü işçilerin greve hazır olduklarını ilan etmeleri, sendika yönetimini harekete geçmeye zorladı. Bu yönüyle grev kararları, tabandan yükselen fiili baskının sendikal bürokrasi üzerindeki etkisinin açık bir göstergesiydi.

Hak-İş, başlangıçta ortak taleplerle sürece katılmış olsa da hükümetin düşük zam tekliflerine karşı sessiz kalarak hiçbir eleştiri getirmedi. Bu tutum, işçi sınıfı mücadelesinin önündeki bir başka engeli, yani devlet yanlısı sendikal yapının işlevsizliğini ve iş birlikçiliğini açıkça ortaya koydu. Hak-İş, bir konfederasyon olarak işçilerin taleplerine değil, siyasî iktidarın tercihine göre hareket etmeyi sürdürdü. Bu sendika bir kez daha bir sendikal figür gibi davranma eğilimini dahi taşımadığını gösterdi.

Sendikaların “beklenen” işlevlerinden uzak durmaları ve işçiyi yalnızlaştıran sessizliklerinden daha ağır olan ise, grevlerin Cumhurbaşkanı kararıyla “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelenmesidir. Eti Maden’e bağlı üç büyük işletmede ilan edilen grev 60 gün süreyle ertelendi, bu da fiili grev yasağı anlamına gelmektedir. 12 Eylül yasalarından miras kalan bu uygulama, yıllardır grev hakkını ortadan kaldıran sistematik bir devlet politikasına dönüşmüştür. Erteleme süresinin sonunda devreye giren Yüksek Hakem Kurulu ise çoğunlukla patronlar lehine kararlar vererek işçilerin fiili pazarlık gücünü yok etmektedir. Bu durum, emek-sermaye çatışmasında devletin açık biçimde sermayenin yanında pozisyon aldığını ve anayasal hakları idari araçlarla işlevsizleştirdiğini göstermektedir.

Sürecin bu denli tıkanmasına, Türkiye kapitalizminin komprador karakterinin belirleyici etkisi vardır. Komprador ağa-patron devletinin uluslararası sermaye ile simbiyotik ilişkisi, çevrenin talan edilmesi kadar kamu kaynaklarının sermayeye aktarılmasını ve işçi sınıfının emeğinin sürekli ucuzlatılmasını da hedeflemektedir. Kamu işçisinin bütçedeki yeri bir maliyet kalemi olarak görülmekte, grev hakkı bir güvenlik riski olarak değerlendirilmekte, toplu sözleşme ise yalnızca devletin belirleyeceği sınırlar içinde var olabilmektedir. Bu durum, Türkiye’de komprador kapitalist sınıfın, bürokrat burjuvazinin siyasal iktidar üzerindeki tahakkümünü ve devletin sınıfsal karakterini bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.

Ücret dengesizlikleri, bu sömürü düzeninin yalnızca ekonomik bozulmaya değil, sınıfsal bir yarılmaya da, sınıf içinde de bölünmeye neden olmaktadır. Aynı kamu kurumunda çalışan kadrolu ve taşeron işçiler arasındaki gelir ve güvence farkı, işçi sınıfını kendi içinde bölmekte; borçla, krediyle ve temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamadan yaşamaya çalışan milyonlarca emekçi, sistematik olarak sefalet içinde tutulmaktadır. KÇP sürecindeki zam talepleri bu yüzden yalnızca ekonomik bir düzeyde değil; insani yaşam koşullarının, toplumsal döngünün sürdürülebilirliğinin asgari bir talebi olarak okunmalıdır.

Ayrıca protokol sürecinin bilinçli biçimde geciktirilmesi, Ocak 2025’ten bu yana hiçbir ücret artışı yapılmaması ve görüşmelerin aylarca sürüncemede bırakılması, işçilerin yalnızca gelir değil, zaman ve umut kaybına da uğratıldığını göstermektedir. Bu gecikme, işçilerin her geçen gün yoksullaşmasına neden olmuş; hükümet ise geç sunduğu teklifleri bir lütuf gibi göstererek gerçekte yaratılan mağduriyeti gizlemeye çalışmıştır.

Atılan İmza Yoksulluğun, Sefaletin Onayıdır

2025-2026 Kamu Toplu İş Sözleşmeleri Çerçeve Protokolü’nün imzalanmasıyla yaklaşık 600 bin kamu işçisinin mali ve sosyal haklarında belirleyici olacak yeni dönem başlasa da özellikle tabandan yükselen tepkiler, protokolün işçi sınıfının gerçek taleplerine yanıt vermediği kıyas yapılmayacak kadar geride olduğu çok açıktır. Protokolde öngörülen yüzde 24, yüzde 11, yüzde 10 ve yüzde 6’lık zam oranları, resmî enflasyonun bile gerisinde kalmakta; işçilerin alım gücünü korumaktan uzak, enflasyon karşısındaki erimeyi daha da derinleştiren bir tabloyu yansıtmaktadır. Bu oranlar, işçilerin başından beri dile getirdiği yüzde 50 zam ve yüzde 25 refah payı talebinin oldukça altında kalırken geniş işçi kesimleri tarafından “sefalet zammı” olarak nitelendirilmektedir. KÇP, işçilerin gündelik yaşamda karşılaştığı ekonomik baskıyı hafifletmek yerine, var olan yoksullaşmayı kalıcılaştıran bir düzenleme olarak değerlendirilmektedir.

Bununla birlikte, protokolde belirlenen 42 bin TL’lik taban ücret uygulaması, brüt maaşı bu seviyenin altında olan işçiler için bir düzenleme sunsa da mevcut ekonomik koşullar göz önünde bulundurulduğunda, bu ücret düzeyi bile temel ihtiyaçları karşılamaktan uzaktır. Taşeron işçilerin kadroya geçirilmesi, çalışma tanımlarının yeniden düzenlenmesi, vergide adaletin sağlanması gibi temel özlük haklarına dair talepler ise büyük ölçüde görmezden gelinmiştir. Şubat ayında işçi temsilcileri tarafından sunulan taleplerle karşılaştırıldığında, imzalanan protokolün kapsamı dar, etkisi zayıf ve kazanım yönünden yetersizdir.

Sendikal temsiliyetin durumu da protokole yönelik eleştirilerin temelinde yer almaktadır. Türk-İş ve Hak-İş’in işçilerin taleplerini yeterince savunamadığı, hükümetin çizdiği sınırlar içinde hareket ettiği ve uzlaşmacı bir tutumla protokole imza attığı yönündeki değerlendirmeler oldukça gerçekçi ve yerindedir. Grev söylemlerinin retorik düzeyde kaldığı, gerçek anlamda bir işçi seferberliğine dönüşmediği, işçilerin iradesinin doğrudan sürece yansıtılmadığı baştan beri gözden kaçmayan başka bir olgudur. Protokol sürecinde hükümetin aylarca karşı teklif sunmaması ve görüşmeleri geciktirmesi, uluslararası işçi hakları sözleşmelerine aykırı bir biçimde değerlendirilmekte, 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun konfederasyonlara verdiği tekil yetkinin sendikal demokrasiyi zedelediği ifade edilmektedir.

Sendikal temsiliyetin durumu da protokole yönelik eleştirilerin merkezinde yer almaktadır. Türk-İş ve Hak-İş’in işçilerin taleplerini yeterince savunamaması, hükümetin çizdiği sınırlar içinde hareket etmesi ve uzlaşmacı bir tutumla protokole imza atması yönündeki değerlendirmeler yerindedir. Grev söylemlerinin retorik düzeyde kalması, gerçek anlamda bir işçi seferberliğine dönüşmemesi ve işçilerin iradesinin toplu sözleşme sürecine doğrudan yansıtılamaması ise baştan beri göz ardı edilmeyen başka bir gerçekliktir. Bu sürece dair geniş çevreden gelen değerlendirmeler de bu özelliklere dikkat çekmektedir. Hükümetin aylar boyunca karşı teklif sunmaması ve süreci bilinçli şekilde geciktirmesi, uluslararası işçi hakları sözleşmelerine açıkça aykırı bir tutum olarak değerlendirilmekte; öte yandan 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun konfederasyonlara verdiği tekil yetkinin sendikal demokrasiyi zedelediği dile getirilmektedir. Bu eleştirilerin yalnızca teknik ya da idari değil; aynı zamanda görece bir sınıf perspektifi taşıdığını söyleyebiliriz. Sonuç olarak bu KÇP protokolü, emek-sermaye çelişkisini derinleştiren bir araç olarak görülmekte; kamu kaynaklarının ve toplu sözleşme süreçlerinin işçilerin değil, egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda biçimlendiği öne sürülmektedir. 

Bu tespitlerin doğruluğu tartışmasızdır. Ancak sürecin taşıdığı bu karakterin yeni olmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Zira bir süredir dikkat çektiğimiz üzere, egemen sınıflar tarafından şekillendirilen bu tür süreçler, çoğu zaman egemen ideolojinin sınırları içinde ve mevcut siyasî iktidarın “karakteri”ne indirgenerek ele alınmakta, böylece sınıf mücadelesi görünmez kılınmaktadır. Mücadele, sınıfın mücadelesi olmaktan çıkarılmakta; “herkesin mücadelesi” söylemiyle devrimci içerikten arındırılmış, insani talepler düzeyine indirgenmiş bir forma sokulmaktadır. Bu, devrimci mücadelenin inkâr edilmesinin örtük bir biçimidir.

Hükümetin ekonomi politikalarıyla doğrudan bağlantılı olarak işçilerin hak mücadelesinin sendikal bürokrasi eliyle bastırıldığı; mücadeleci sendikacılığın tasfiye edilerek yerini itaatkâr ve kurumsal bağlılıkla hareket eden bir yapıya bırakılmış durumdadır. Bu gerçeklik çerçevesinde, KÇP; ekonomik ve sosyal hakları iyileştirmeyen, işçilerin insanca yaşam taleplerini karşılamayan, taşeronluğu ve vergideki adaletsizliği sürdürerek emeği baskı altında tutan bir uzlaşma olarak kalmıştır. Bu durum, işçi sınıfı açısından sendikal özerkliğin yeniden inşa edilmesi ve mücadele araçlarının güçlendirilmesi gerektiği yönündeki çağrıların daha da belirginleşmesine yol açmaktadır.

Özetle, 2025 KÇP süreci, Türkiye işçi sınıfı için büyük derslerle dolu bir dönem olmuştur. Bu süreç, komprador ve bağımlı sermayenin devlet eliyle işçi sınıfına karşı nasıl sistemli bir tahakküm mekanizması kurduğunu, sendikal bürokrasinin ne kadar yetersiz kaldığını, ama aynı zamanda tabandan gelen örgütlü işçi tepkisinin ne kadar etkili olabileceğini göstermiştir. Fiili grev kararı, bu baskıcı düzene karşı bir karşı duruş olarak yükselmiş; işçilerin kendi iradeleriyle mücadele alanına çıktıkları anda nasıl bir dönüşüm yaratabileceklerini kanıtlamıştır. Komprador ağa-patron düzeniyle karşı mücadele, yalnızca ekonomik haklarla sınırlı kalmamalı; işçilerin diğer halk kesimleriyle birleşen örgütlü gücüyle, tabandan yükselen, birleşik ve militan bir işçi hareketiyle tüm dünya kapitalist sistemini hedef almalıdır. 

Tags: kamu çerçeve protokolükamu işçilerisefalet
ShareTweetSendShareScanSend
Önceki Yazı

Kürt Sorununda “Çözüm” Tekerrürü

Sonraki Yazı

Topağacı Mahallesi’nde halk direniyor

Related Posts

Emek

TEKSİF, Tapeten Mensucat patronunu sendikayı tanımaya çağırıyor

4 Eylül 2025
Yazılar

Siyasî Tutsaklara Özgürlük

4 Eylül 2025
Emek

DeFacto’da 450 işçi işten atıldı

3 Eylül 2025
Yazılar

İşçinin Görevi: Sendikal Yozlaşmayı Aşmak

3 Eylül 2025
Emek

Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı çalışanlarının grevi sona erdi

3 Eylül 2025
Emek

Sefine Tersanesi işçileri: “Kölece çalışmak istemiyoruz”

2 Eylül 2025
Sonraki Yazı

Topağacı Mahallesi'nde halk direniyor

Hakkımızda

Yeni Demokrasi’de yer alan yazı, fotoğraf ve haberler kaynak gösterilmek şartıyla kullanılabilir.
Yeni Demokrasi; işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin, geleceksiz bırakılan gençliğin, devrimci tutsakların ve devrimci basının sesidir.

İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz: yenidemokrasigazetesi@gmail.com

2024 Yeni Demokrasi – Yeni Demokrasi’de yer alan yazı, fotoğraf ve haberler kaynak gösterilmek şartıyla kullanılabilir.
Yeni Demokrasi | işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin, geleceksiz bırakılan gençliğin, devrimci tutsakların ve devrimci basının sesidir.

İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz: yenidemokrasigazetesi@gmail.com

  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
  • Tüm Haberler

Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
    • ANALİZ
    • ANI – ANLATI
    • BİLİM
    • ÇEVİRİ
    • İZLENİM
    • KADIN
    • KOLEKTİF DOĞRULTU
    • MAKALE
    • MEŞA AZADÎ
    • POLİTİK – GÜNDEM
    • TARİHSEL BELLEK
  • Tüm Haberler

Copyleft 2020, dizayn yeni demokrasi
İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz:yenidemokrasigazetesi@gmail.com