AKP döneminin temel özelliklerinden biri, tarım politikaları bağlamında yaşanan mülksüzleşme olgusudur. AKP, 23 yıllık iktidarı boyunca tarımda önemli bir “dönüşüme” imza atmış; yoksul ve orta köylü kesimlerini ya üretimden koparmış, ya borç yükü altında çıkmaza sürüklemiş ya da mülksüzleştirerek sefalete mahkûm etmiştir.
Mülksüzleştirme olgusu, küçük ya da orta köylülüğün yalnızca üretimden koparılması değildir. Bu süreç, devletin doğrudan müdahalesiyle, zorbalığın hukuki düzenlemelerle hayata geçirildiği; büyük toprak sahipleri ve onların ilişkili olduğu yabancı sermayenin kollandığı bir zeminde yaşanmaktadır. Mülksüzleşme, Türkiye kapitalizminin doğal dinamiklerinin bir sonucu değil, büyük toprak sahipleri ve esas olarak yabancı sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleşmiş, sürecin tamamlanmasında devlet önemli bir aktör olmuştur.
Siyasî iktidarın tarım politikaları, yoksul köylünün üretimden koparılmasında en önemli etken olarak öne çıkar. Bu politikalar küçük üreticiyi görmezden gelirken, orta ölçekli üreticilere yalnızca hayata tutunabilmeleri için sınırlı bir şans tanır; yani onları, küçük üreticinin kaderine sürükler. Aynı zamanda büyük toprak sahipleri ve onlarla ilişkili yabancı sermayenin çıkarlarını kollamak dışında bir işlev görmez.
Köylülerin Borç Sarmalı
Hemen herkesin hemfikir olduğu konulardan biri, küçük üreticinin giderek yoksullaştığı ve hatta orta köylülüğün de mülksüzleşme cenderesine mahkûm olduğudur. Dikkat çektiğimiz husus, bunun klasik bir çözülme olgusu olmamasıdır. Bizim gibi yarı sömürge, yarı feodal ülkelerin kendine özgü gerçeklikleri vardır. Bu gerçeklik, kapitalist dinamiklerin çözümlediği ilişkileri —diğer bir ifadeyle mülksüzleşme olgusunu— bizim gibi ülkelerde çok daha acımasız, uzun ve sancılı bir süreç haline getirmiştir. Esas nokta, ilgili ilişkilerin tamamen tasfiye edilmesi değil, mülksüzleşme olgusunun bir sonuç olarak yaşanmasına rağmen bu ilişkilerin varlığını sürdürmesidir. Tam da burada, emperyalizmle kurulu bağımlılık ilişkisi soruna can alıcı bir özellik kazandırmaktadır. Bu bağlamda, mülksüzleşme olgusunun hangi dinamiklerden, yani hangi zeminden beslenerek gündeme geldiğine dikkat çekmek faydalı olacaktır. Sıklıkla köylülerin üretemez duruma geldiğinden bahsediyoruz. Artan girdi maliyetleri köylünün belini bükmekle kalmıyor, hasat döneminde adeta borçlanmasına yol açıyor. Girdi maliyetlerinin artması, fakat alım fiyatlarının düşük tutulması; küçük üreticiyi daha çok büyük tüccarların, şirketlerin ve bankaların insafına terk etmek anlamına gelmektedir. Kuşkusuz bu durum doğrudan tarım politikaları ile ilgilidir. Uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda yürütülen tarım politikaları, ithalatı önceleyen bir modeli köylülüğün karşısına engel olarak dikmiştir. Neyin ne kadar üretileceğine dair belirlenen yaklaşım, küçük ve orta ölçekli üreticileri büyük toprak sahiplerinin ve bankaların insafına terk etmekte, onları ya ürettiklerinin karşılığını alamadıkları bir sürece itmekte, ya da borç sarmalına sürükleyerek mülksüzleşmenin kapısını aralamaktadır.
Siyasî iktidarın küçük üreticiye dönük sübvansiyonları sınırlaması veya destek politikasından vazgeçmesi, üretmekte ısrar etmekten başka çıkar yolu kalmayan küçük üreticiyi içinden çıkılmaz bir borç sarmalına sürüklemektedir. Bu borçluluk ilişkisi, küçük üreticinin üretimden kopması ve dahası mülksüzleşmesi ile sonuçlanmaktadır. Devlet, bir tercih olarak küçük üreticiye dönük destekleri sınırlamakta; köylüyü bankaların ve Tarım Kredi Kooperatiflerinin kucağına iterek borçlanmasının koşullarını hazırlamaktadır. Yoksul, hatta orta köylülüğün bugün borç sarmalında debelendiği bir sır değildir. Borçlarını ödeyemediği için tarlasına, hayvanına, traktörüne haciz geldiği haberleri basında ve medyada sıkça yer almaktadır.
Burada ilgi çekici nokta, devletin üreticiyi desteklemek iddiasıyla kurduğu Tarım Kredi Kooperatiflerinin birer tefeci pozisyonunda hareket etmesidir. Tefecilik, devlet eliyle tüzel bir kimlik kazanarak köylünün karşısına dikilmektedir. Devletin feodal despotizmden beslenen ruhu, tefeciliğin modern ve tüzel kimliği ile binlerce köylünün yakasına yapışmakta sakınca görmemektedir. Geriye, inim inim inleyen ya üretimden koparılmış ya da mülksüzleşmiş köylü yığınları kalmaktadır. Hatırlatmakta fayda var: Küçük üreticinin yakasına sadece Tarım Kredi Kooperatiflerinin riyakâr eli değil, kamu ve özel bankaların eli de yapışmıştır.
Devletin sağladığı olanaklardan faydalanmak kuşkusuz her kesim için aynı şekilde sonuçlanmamaktadır. Büyük toprak sahipleri, hem kredi olanaklarından daha az maliyetle faydalanmakta hem de üretim maliyetlerini daha düşük tutabilmektedir. Küçük üreticinin üretimi sürdürebilmek için kurduğu borçluluk ilişkisi, büyük toprak sahipleri açısından, yabancı sermaye için üretimin kontrol altında tutulması; diğer bir ifadeyle gıda denetiminin sağlanması anlamına gelmektedir. Küçük üreticinin borçluluk ilişkisi, büyük toprak sahiplerinin üretim kapasitesini genişletmekte ve yabancı sermayenin gıda denetimine, aynı anlama gelmek üzere egemenliğine, istikrar sağlamaktadır.
Yeni Mülksüzleştirme Aracı: Kiraya Verilen Tarım Arazileri
Yeni bir mülksüzleştirme enstrümanı olarak, iki yıl üst üste ekilmeyen tarım arazilerinin kiraya verilmesine dair düzenleme devreye sokulacaktır. Üreticinin üretimden koparılması ile başlayan süreç, devlet eliyle büyük toprak sahiplerinin ve yabancı sermayenin hareket alanını genişletmek üzere tamamlanmaktadır. Köylünün üretemez duruma itildiği bir tablo söz konusu olduğuna göre, bu düzenlemenin belli kesimlerin çıkarlarını ifade ettiği aşikârdır. Köylü üretemez duruma geldiği için tarlasından kopmuştur ve mevcut tabloda yeniden dönmesi pek muhtemel değildir. O halde ilgili düzenleme, üretimden kopan küçük üreticinin hatta orta ölçekli üreticinin değil, doğrudan büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını ifade etmektedir. İlgili düzenlemede kimlere kiraya verilebileceğine dair geçen ifadeler de bunu doğrulamaktadır. Dahası, verimli toprakların yalnızca büyük toprak sahiplerinin ya da şirketlerin insafına değil, olasıdır ki “sivil toplum kuruluşları” adı altında tarikatlara da peşkeş çekilecektir.
Üretimin önüne çeşitli engeller çıkarıp üreticiyi tüccarın, tefecinin ve bankaların insafına terk eden siyasî anlayış, tarımsal üretimi artırmak bahanesiyle mülkiyeti sizde olan tarım arazilerini kiraya verme kurnazlığını sergilemekte sakınca görmemektedir.
Kıskaç Altında Çökme Politikası
Kuşkusuz, bu düzenleme, mülksüzleştirme sürecinin önemli adımlarından biri olarak tasarlanmıştır. Ama tam da devletin feodal despotizmden beslenen ruhuna uygun bir “çökme” şeklinde! Ya borçluluk ilişkisi üzerinden üretmek için çırpınacaksınız—ki nasıl bir sonla karşılaşacağınızı tahmin etmek zor değil—ya da kendi arazinizin her türlü olanaktan faydalanacak kesimler tarafından tasarrufunda bulunmalarını seyredeceksiniz. Birinci seçenek, olasıdır ki borç cenderesinin sonunda mülksüzleşme ile sonuçlanacak; ikinci seçenek içinse başka yeni adımlarla, yani düzenlemelerle, mülksüzleştirmenin önünün açılacağını rahatlıkla iddia edebiliriz.
Kiralanacak arazilerde hangi ürünlerin üretileceğinin de belirleneceği ibaresi, ilgili düzenlemenin yabancı sermayenin istekleri doğrultusunda hazırlandığını gösteriyor. Büyük gıda şirketlerinin gıda denetimi için bağımlılık ilişkisini derinleştirmeye olan iştahları, komprador sermayenin teşne tavrıyla hemen hayata geçiriliyor. Yakın zamanda yasalaşan tarım alanlarının ve otlakların büyük maden ve enerji şirketlerine peşkeş çekilmesi akabinde, şirketlerin vakit kaybetmeden ilgili alanları paylaşıma gittikleri yönlü haberler kamuoyuna yansıdı. Bağımlılık ilişkisini derinleştiren her türlü adımı atmaktan ve tüm bunları pervasızca sergilemekten çekinmeyen siyasî iktidar var; onun gözünde geniş yoksul köylülerin hiçbir değeri yok!
Mülksüzleşme bugün, siyasî iktidarın politikaları doğrultusunda devletin gölgesinde, onun zorba karakteri ile pervasızca hayata geçiriliyor. Büyük toprak sahipleri ve yabancı şirketler kollanırken, küçük üreticiye belirsiz bir gelecek sunuluyor. Ama bu belirsizlik, dahası geleceksizlik, onun kaderi olamaz!