Emperyalizme karşı mücadelenin koşulları günbegün gelişmektedir. Bunun ekonomik krizle bağı belirleyici olmakla birlikte, görünür hale gelmesi esas olarak siyasî çekişmelerde ortaya çıkmaktadır. Dünyanın birçok bölgesinde dünden çok daha fazla konuşulmakta olan savaş olasılığı halklara yönelik tehdidin de büyüdüğünü göstermektedir. Özellikle Filistin’de, Ukrayna ve Suriye’de bu ülke halklarına gerçekleşen saldırılar (bunlar sadece dışarıdan gelen saldırılar olarak anlaşılmamalı, içeriden gerçekleşen saldırılar da dikkate alınmalıdır) yakın gelecek için daha ağır bilançoların habercisi niteliğindedir. Katliam düzeyinde gerçekleşen saldırılardan sonra “barış” gündeme gelmekte, barış için yapılan görüşmelerde ise çıkmazlar yaşanmaktadır. Bunun en belirgin örneği Ukrayna için yapılan görüşmeler oldu. Ukrayna’daki ateşkesten barışa doğru ilerleyeceği varsayılan süreç de tıkanmış görünmektedir. Ne bugünden Nobel Barış Ödülü’nün sahibi ilan edilen Trump ne de Putin burada gerçek bir barış olanağı olduğuna inanmaktadır. Özellikle Avrupa’dan, Rusya’nın saldırganlığına dikkat çeken açıklamalar yapılmaktadır. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Trump’ın Putin tarafından yeniden oyuna getirilmiş olabileceğini söyleyerek sürecin “barış” yönünde ilerlediğine dair şüphelerini yineledi. Bu gerilimdeki temel tartışmaların Rusya’nın saldırısına ve ardından gelen işgaline dair farklı yorumlardan kaynaklandığını hatırlatmak gerekir. Bilindiği üzere, Ukrayna’daki mevcut işgal, Rusya tarafından “Batı destekli” bir darbenin gerçekleştiği ve adım adım Rusya’nın kuşatılmasının amaçlandığı iddiasıyla gerekçelendirilmiştir. Avrupa ise bu işgali, Rusya’nın Avrupa’ya yönelik saldırılarının bir parçası olarak değerlendirmektedir. Bugünkü tartışmalar da aynı argümanlar etrafında dönmektedir. Dolayısıyla “barış” görüşmelerindeki sözde ilerlemenin, herhangi bir çözüm üretmeden sürüp gittiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Dünya üzerinde savaş ve barış dengesindeki ani yükseliş ve alçalışlar, önümüzdeki günler için her türden tehdidin olası olduğunu göstermektedir. En başından itibaren ifade ettiğimiz gerçeği temel alarak bu gidişat karşısında bilinçli ve örgütlü hareket etmeyi başarmalıyız. Kuşkusuz zorlu bir yoldayız; başarısızlıkların halklar için taşıdığı riskleri bilerek bu yolda sebat etmeyi öğrenmek zorundayız.
Ülkemizde de “barış” gündeminin öne çıkması, savaş ve barış dengesindeki sarsıcı gelişmelerin değerlendirilmesini özel bir önem haline getirmiştir. Emperyalizme karşı mücadelenin dinamiklerini, şartlarını ve olanaklarını tartıştığımız yerde, aynı zamanda barış gündemiyle sınanan pratik bir süreç yaşamaktayız. “Barışa destek olmak”, “barış için ortak çalışmalar örgütlemek”, “demokratik haklar temelinde halkı haksız savaşa karşı birleştirmek” gibi ciddiyetle ele alınması gereken öneriler önümüzde durmaktadır. Bu önerilere doğru yanıt verebilmenin ve bu süreçte devrimci bir yolda ilerleyebilmenin birinci koşulu, gündeme gelen bu “barış söylemindeki yükselişi” doğru kavramaktır.
Trump’ın liderlik ettiği, hatta pratik olarak gerçekleştirmekte olduğunu iddia ettiği bu “barış” söyleminin gerçekliği nedir? Daha açık soralım: Dünyanın en gerici canavarları, barış maskesiyle hangi yeni katliamların kapısını aralamaktadırlar?
UKRAYNA İŞGALİ BİR MEYDAN OKUMAYDI
Ukrayna’nın Rusya tarafından işgaliyle başlayan süreç, tüm dünyada yeni bir savaş ikliminin oluştuğunu gösterdi. Tabii bu iklimin nedeninin işgal olduğu söylenemez. Ondan çok daha önce, dünya kapitalizmi derinleşen ekonomik krizin yarattığı aşılamaz sorunlarla boğuşmaya başlamıştı. Ukrayna meselesi bu krizin bir parçasıydı. Fakat bu parça önemsiz değildi; tersine, Rusya’nın yeni döneme bir emperyalist odak olarak hazırlıklı girdiğini ortaya koyan kritik bir gelişmeydi. Rusya’nın etkisizleştirilmesi politikası, işgalin kendisiyle ve daha da önemlisi işgalin sonuçlarıyla başarısızlığa uğradı. Rusya, kimi dönemlerde gerilese ve ekonomik-diplomatik bakımdan ağır yıpranmalar yaşasa da geri adım atmadı. Bugün, ABD ile doğrudan boy ölçüşecek güçte olmamakla birlikte, çok daha etkili bir konumlanmayla hareket ediyor ve ABD hegemonyasının zayıflamasında önemli bir rol üstleniyor. Orta Doğu’daki gelişmelerde geri planda kalmasına, hatta bu bölgeden uzaklaştırıldığına dair yorumlara rağmen Rusya Hindistan ve Çin ile verdiği ortak görüntülerde en kritik güç odaklarından biri olduğunu kanıtlamaktadır. Putin’in bir süre önce Trump ile Alaska’da verdiği kare de bu görüntüyü pekiştirmişti. Avrupa’nın emperyalist güçlerinin bu fotoğraftan duyduğu rahatsızlığı, onların Trump ile yan yana geldiği karelerden de açıkça görmek mümkündür.
Bu durum bir yükselişin değil, bir gerileyişin göstergesi olarak değerlendirilmelidir. ABD hegemonyasının bir süredir gerilemekte olduğu iddiası, son dönemde somut biçimde görünür hale gelmiştir. Dünya ekonomik krizinin etkilerini hegemonya kaybıyla birlikte yaşayan ABD, Trump’ın saldırgan politikalarının sonuçsuz kalmasının ardından güven vermekten tamamen uzaklaşmıştır. Gümrük vergilerini artırarak ekonomik üstünlüğünü kanıtlama çabaları, savaş tehditleri, “büyük barışların mimarı” söylemleri sonuç vermemiş, ABD gerileyen güç imajını değiştirememiştir. Son olarak Venezuela’ya ait bir ticari gemiye “uyuşturucu taşıdığı” iddiasıyla ölümcül bir saldırı gerçekleştirmesi de bu sürecin bir parçasıdır. Venezuela Devlet Başkanı Maduro bunun ciddi bir tehdit olduğunu açıklarken BM yalnızca “durumun ciddi” olduğunu belirtmekle yetinmiş, bu açık “kanunsuzluğu” kınamamıştır. BM’nin bu tavrı, İsrail’in benzer ihlalleri karşısındaki çaresizliğini hatırlatmakta ve onun ABD hegemonyasının asli parçalarından biri olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Bu süreçte Çin ve çevresindeki güçler ise farklı bir tablo ortaya koymaktadır. Kriz koşulları onlar için de geçerlidir; ancak korunması gereken bir hegemonik konumları olmadığı için bu durum, onlar açısından bir yükseliş fırsatına dönüşmektedir. Şanghay İş Birliği Örgütü toplantısındaki görüntüler bu yorumu doğrulamaktadır. Ardından Çin, askerî kapasitesini sergilediği büyük bir törenle bu yükselen güç imajını pekiştirmiştir. Törende Putin’in yanı sıra Demokratik Kore Cumhuriyeti lideri Kim Jong Un da hazır bulunmuş; Endonezya, İran, Belarus, Özbekistan, Moğolistan, Sırbistan, Slovakya, Pakistan, Zimbabve, Kongo Cumhuriyeti ve Myanmar gibi ülkelerin liderleri de yer almıştır. Bu tablo, Çin’in yalnızca bölgesel değil, uluslararası ölçekte yükselen bir güç olarak konumlanışını gözler önüne sermektedir.
Oluşan bu görüntülerin arka planında, kapsamlı ve derinleşen ekonomik koşulların yeni özellikleri bulunmaktadır. Bugün barış gündemini ve siyasal etkilerini gözlemlediğimiz ekonomik kriz, gerçekte aşılamamış ve aşılması da mümkün olmayan bir krizdir. Bu olguyu dikkate almadan yapılan değerlendirmeler, ya gerçek bir barıştan söz edildiği yanılsamasına ya da devrilemez, çok güçlü devletler karşısında çaresiz olduğumuz imajına teslim olmaya yol açacaktır.
HER BARIŞTA BİR ŞER
“Barış olanağına” dair bu gerilim ve tartışmalar, aslında son dönemdeki tüm barış girişimleri için geçerlidir. En ileri düzeyde dile getirildiğinde dahi barış, gerçek bir olanak olmaktan ziyade, olası fırsatların değerlendirilmesine konu edilen bir argüman olarak kalmaktadır.
Yakın tarihte yaşanan bütün barış deneyimleri bu gerçeği açıkça göstermektedir. Bu durumu, emperyalizm olgusundan hareketle değerlendirmek gerekir. Emperyalizmin hüküm sürdüğü koşullarda hiçbir coğrafyayı ondan bağımsız düşünmek için makul bir gerekçe yokken, bunu yapmamak büyük yanılgılara yol açmaktadır. Ülkemizdeki ve bölgemizdeki sözde barış girişimleri de emperyalizmden bağımsız ele alınmamalıdır. Öyle ki “artık yeter, çok savaştık; bundan sonra sonuç elde etmek için barışla hareket edelim” diyenlerin ve bu argümanla özellikle ezilen ulus halklarının hayal kırıklıklarına “ilaç” olmaya çalışanların, barışı emperyalizmden ayrı değerlendirmemizi istedikleri görülmektedir.
İleri sürülen “barışın” emperyalizmi “dışlayan” bir içerik taşıdığı iddiası bu bakımdan sorgulanmaya muhtaçtır. Biz böyle bir olasılığın bulunmadığını düşünüyoruz. Çünkü kim ne derse desin, barışın bir tarafı TC olduğu sürece, emperyalizme rağmen atılacak bir adım söz konusu olamaz. Elbette burada barışın diğer tarafının da “emperyalizme rağmen hareket ettiği” iddiası tartışmalıdır. Halihazırda yürütülen mücadelenin biçimlerinden ve elde edilen statülerin korunma ihtiyacından doğan çeşitli ilişkiler, ilgili örgütlerin ve kurumların sınıf karakterleri de göz önünde bulundurulduğunda, bu iddiayı doğru kabul etmek safdillik olacaktır. Belki “tam bağımlılık”tan, yani emperyalizmden tamamen bağımsız hiçbir özellik taşımamaktan söz edilemez; fakat ciddi ve hemen her alanda geliştirilmiş bir ilişkinin varlığı tartışmasızdır. Bu ilişki biçiminde “emperyalizme rağmen hareket” olanaksızdır. Dolayısıyla barış için yürütülen süreç de bu olanaksızlığın kapsamına dahildir.
KİMLERİN BARIŞI VE NE İÇİN BARIŞ
Emperyalizme rağmen barış iddiasının arkasında, Orta Doğu için tasarlanmış bir emperyalist planın geçersiz kılınması söylemi bulunmaktadır. Özellikle ABD ve yakın müttefiki İngiltere tarafından geliştirildiği ileri sürülen bu plana göre Türk, Arap ve Kürt toplulukları karşı karşıya getirilmekte; bu topluluklar arasında başarılabilir bir birlik olanaksız hale getirilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle, örneğin Kürtlerin “bağımsızlık” özleminin bu güçler tarafından kışkırtıldığı, buna paralel olarak da TC’nin Kürt ulusuna karşı saldırganlaştırıldığı iddia edilmektedir. Benzer biçimde, Araplarla Türkler arasında da aynı türden bir kutuplaştırmanın teşvik edildiği savunulmaktadır. Bu bağlamda öne çıkan görüş, emperyalizme hizmet eden kutuplaşmanın artık sonlandırılması ve hatta emperyalizme rağmen birliğin mümkün kılınabileceğidir.
İlk bakışta bu yaklaşım, net, anlaşılır ve güçlü bir argüman gibi görünmektedir. Ancak söz konusu perspektif, bu toplulukların kendi içlerindeki gericiliği, halk düşmanlığını, birlik karşıtlığını ve emperyalizmle en ileri düzeyde geliştirilmiş iş birliklerini görmezden gelmektedir. Emperyalizmin birçok kötülüğün kaynağı olduğundan kuşku duyulamaz; hatta çoğu kötülüğün destekçisi olduğu da tartışmasız bir gerçektir. Bununla birlikte emperyalizm “yoktan bir düşmanlık” üretmek bakımından zayıftır, genel olarak da başarısızdır.
Sözü edilen toplulukların içinde her zaman hem egemen zorbalar hem de ezilen mazlumlar vardı. Arapların Osmanlı’ya karşı isyanlarının arkasında emperyalist güçlerin bulunduğu doğrudur; ancak bu durum, isyanın haklı karakterini ortadan kaldırmaz. Emperyalistler, tıpkı başka coğrafyalarda olduğu gibi, haklı bir başkaldırıyı kendi çıkarlarına alet etmekten öteye gitmediler. Kürt ulusunun özellikle Irak’ta ve kısmen Türkiye’de bağımsızlık özleminin emperyalizm tarafından teşvik edildiği de inkâr edilemez bir olgudur. Ne var ki bu gerçeğin yanında daha temel bir gerçeklik vardır: Hem Irak’ta hem de Türkiye’de Kürtler, tüm temel haklarından mahrum edilmiş, inkâr ve baskı koşullarında yaşamaya zorlanmışlardır. Bu nedenle isyan etmeleri haklıdır ve tıpkı diğer uluslar gibi isyanlarına destek aramaları doğaldır.
Tarihsel deneyim göstermektedir ki geçen yüzyıldan itibaren neredeyse hiçbir ulus dış yardıma başvurmadan ya da dış yardım almadan gerçek bir kurtuluşa ulaşamamıştır. Mücadelenin bir yerinde dayanışma, destek ya da teşvik gerçekleşmiştir. Burada asıl sorun, emperyalistlerin sağladığı desteğin niteliği ve bunun hangi sınıfsal güçler eliyle karşılık bulduğudur. Ezilen ulusların özgürlük mücadelesi, emperyalizmin çıkar hesaplarıyla kesiştiğinde kaçınılmaz bir çelişki doğar. Çünkü emperyalizm, hiçbir halkın özgürleşmesini istemez; yalnızca kendi çıkarlarına hizmet edecek ölçüde destek sunar. Dolayısıyla mesele, haklı ulusal direnişleri emperyalizmin “teşviki”ne indirgemek değil; bu direnişlerin kendi iç dinamiklerini, sınıfsal yönelimlerini ve halkçı karakterini öne çıkarmaktır.
Bugün de aynı yaklaşım geçerliliğini korumaktadır. Ezilen ulusların sosyalizme yönelmeyen, hatta tutarlı bir anti emperyalist çizgi geliştirmeyen mücadeleleri, er ya da geç egemen sistemle kesişir ve onun bütününe tabi hale gelir. Günümüzde bu, doğrudan emperyalizme bağlı bir hareket geliştirmek demektir. Bu çerçevede Kürt Ulusal Hareketinin barış politikası hakkında söylenecek ilk şey şudur: Hareket, kendisinin ileri sürdüğü iddialardan bağımsız olarak emperyalizmin onayını almış bir barış süreci içinde bulunmaktadır. Ancak bu tespit, tek başına mahkûmiyet gerekçesi ya da mücadelenin tamamen kaybedilmiş olduğunun kanıtı sayılamaz. Kürt Ulusal Hareketinin hapishanede, tecrit altındaki lideri Öcalan, Türk ve Kürtlerin birliğinin ABD’ye ve İsrail’e rağmen gerçekleşmesi gerektiğini savunurken “anti emperyalist bir barış olanağı”ndan söz etmektedir. Ancak bu olanağın hangi yönleriyle anti emperyalist olacağına dair somut bir açıklama yapmamaktadır. Öcalan’ın vurgusu, esasen halk desteğini kazanma amacına hizmet eden bir siyasal iddia niteliğindedir. Oysa pratikte, gerek ABD gerekse İsrail, Kürt hareketinin varlığını ve olası bir barış sürecini kendileri açısından genellikle olumlu bir gelişme olarak görmektedir. Bu durum, “emperyalizme rağmen barış” söylemi ile emperyalizmin çıkarları arasında açık bir çelişki olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla söz konusu tez, halkı ikna etmeye yönelik bir politik söylem olmakla birlikte, fiiliyatta emperyalizmin onayı dışında varlık kazanamayacak bir sürecin ideolojik kılıfı olmaktan öteye geçmemektedir. Bu tespitlerin önemli olduğu ve genelleştirilmesinin zorunlu bulunduğu açıktır. Sıklıkla “barış” için bir araya gelmekten söz edilen her durumda, barışa dair bu değerlendirmelerimiz tavrımızı açıklayan ve belirleyen esas noktalar olacaktır.
BARIŞIN KAPSAMI SINIRLI
Öncelikle barışın kapsamı konusunda netleşmek gerekir. Söz konusu olan barış, genel anlamda Kürt ulusu ile Türk devleti arasında bir barış değildir; çünkü bu süreçte Kürt ulusunun ulusal hakları gündemde değildir. Ulusal mücadelenin “radikal” taleplerini dile getiren PKK, kongre kararı ile kendini feshetmiştir. Bundan böyle, ancak izin verildiği ölçüde demokratik veya yasal zeminlerde “demokrasi” mücadelesi yürütecektir. Bu mücadelenin koşullara bağlı olarak şekilleneceği açıktır; zira sınırları esasen belirlenmiş bir siyasal çerçeve söz konusudur. Öcalan, bu çerçevenin zorlanabileceğini, aşılabileceğini ve yeni mücadele biçimleri denenerek bu yolda ilerlenebileceğini savunmaktadır. Kuşkusuz, devlet gerçek anlamda bir “egemen sınıf aygıtı” olmasaydı, halkın çıkarlarının tam ve sonuna kadar savunulması, “barış” koşullarında yürütülecek mücadelenin de ezilenler lehine sonuçlanmasını sağlayabilirdi. Ancak tam da bu olasılığın önünü kesmek için devlet, bütünüyle silahlı ve zora dayalı bir aygıt olarak varlık göstermektedir. Dolayısıyla Öcalan’ın ileri sürdüğü bu olanak, mevcut devlet gerçekliğiyle temelden çelişmektedir.
Barışın devlet güçleriyle savaşçı güçler arasında gerçekleşmekte olduğu bir gerçektir. O nedenle barış için oluşturulan ve adına “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” denen oluşumda sorun bütün yönleriyle tartışılmamaktadır. Sadece bu bakımdan bir değerlendirme yapıldığında bile barışın kapsamının olabildiğince dar tutulduğu görülüyor. Çünkü ulusal sorunun bir toplumsal sorun olduğu gerçeği fiilen inkâr ediliyor. Eli silah tutanların silahlarını terk etmeye zorlanmaları, sınırlandırılmış bir mücadeleye katılmaları yeterli kabul ediliyor. Bu nedenle barışa konu olması gereken ulusal sorun hakkında hiçbir değerlendirme yapılmamakta. Gündeme geldiğinde ve hatta daha öncesinde bile daha çok konu edilmiş olan Anayasal düzenlemeler hakkında da bu komisyonun bir çalışması, değerlendirmesi bulunmuyor. Anayasa’nın değiştirilemez hükmü ile bağlı ilk dört maddesi bu konuda toplumsal barışın önündeki temel unsurlar olduğu halde “tartışılamaz” yaklaşımı halen geçerliliğini korumaktadır. Dolayısıyla kapsamı olabildiğince sınırlı tutulan “barış”ın devrimci-demokrat güçleri içermediği, onlara sadece destekçi rolü verildiği ortadadır.
Ulusal hareket ve destekleyicileri kapsamlı bir barış planı için hiçbir adım atmış değil. Bu konuda arzu edilen şey müzakere sürecinde hareketin zayıf olmamasıdır. Kapsama bu anlamda dahil olmak da hareketlerin kendilerini reddetmeleri anlamına gelir.
EMPERYALİZMİN “BARIŞ” İHTİYACI VE DAYATMASI
Oynanan bütün bu oyun, emperyalizmin “barış” ihtiyacından bağımsız değildir. ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist güçler ve onların bölgedeki gerici iş birlikçileri, Orta Doğu’da görece bir istikrar sağlamayı amaçlamaktadır. Çünkü dünya çapındaki gelişmeler onların lehine işlememektedir. Saldırılarının da, barıştan söz etmelerinin de nedeni budur. Ne Trump’ın ne de diğerlerinin “barışsever” olduğuna inanabiliriz; tıpkı Bahçeli ve Erdoğan’ın halkın çıkarını düşüneceklerine inanmadığımız gibi. Bu, kişiliklerinden değil, tamamen sınıfsal gerçeklikten kaynaklanan, objektif nedenleri olan bir sonuçtur. Orta Doğu’daki karmaşa belki hafifletilebilir; ancak asla bütünüyle çözülemez. Ezilen ulusların ve halkların mevcut gerici hegemonya altında haklarına kavuşabilmelerinin tek yolu, belki ölümcül, belki imkânsız görünen savaş yoludur. Bununla birlikte, özellikle Kürt halkının barışa, demokrasiye, kendi geleceğini tartışıp politikalar üretebileceği özgür koşullara duyduğu ihtiyaç tartışmasızdır. Bu nedenle, barışa endeksli olsun olmasın, emperyalist politikalarla kesişsin ya da kesişmesin, ezilen ulusların ve halkların demokratik kazanımları için verdikleri mücadeleleri desteklemek ihmal edilemez görevimizdir. Bu görevi devrimci bir bilinç, yöntem ve perspektifle yerine getirmekten geri duramayız.