Gerçekte olan ve pratik materyalist için, yani komünist için var olan dünyada devrim yapmak, pratik olarak saldırmak ve karşılaştığımız şeyleri değiştirmektir. (Karl Marks)
Günün koşullarını her yönüyle incelemek, değerlendirmek ve tartışmak temel sorumluluklarımızdan biridir. Bunu uluslararası proleter mücadelenin bir parçası olarak; ezilenlerin kurtuluşunun tek yolunun savunucuları ve gücümüz yettiği ölçüde uygulayıcıları olarak yapmakla yükümlüyüz. Emperyalizme karşı bilinçli ve devrimci mücadelenin, bundan 40–50 yıl öncesine kıyasla aynı düzeyde olmadığını kabul etmek gerekir.
Peki, bugün emperyalizme karşı mücadelenin gerilemesi, emperyalizmin dünden çok daha güçlü olmasından mı kaynaklanıyor? Kuşkusuz teknolojik gelişmeler ve onunla birlikte insanlığın sosyal ilerlemesi, dünün koşullarıyla kıyaslanamayacak derecede ileri bir seviyededir. Bu gelişmelerden ötürü emperyalizmin daha güçlü olduğundan da söz edebiliriz. Uydular aracılığıyla yönlendirilen gelişkin silahlarla donatılmış emperyalizmin ve iş birlikçilerinin orduları, devrimci halk savaşları ve gerilla savaşları ya da işgal karşıtı ve kurtuluş amaçlı ulusal direnişler karşısında can alıcı noktaları, özel hedefleri belirleyip imha edebilmektedir.
Bunlar inkâr edilemeyecek gerçeklerdir. Ne var ki komünistler için bu tür “üstün” güçler yeni değildir. İnsanlığın büyük kısmını yok edebilecek derecede silahlanmış emperyalizmin aslında “kâğıttan kaplan” olduğunu dile getirdiklerinde ya da ondan önce onu “ayakları kilden bir dev”e benzettiklerinde, tam da bu güçten söz ediyorlardı. O bir kaplan ya da dev kadar güçlü, saldırgan ve vahşidir. Bu gerçekler uzun zamandır biliniyor; halklar bu güçle defalarca karşı karşıya geldi, onunla tekrar tekrar savaştı.
Bugün yeni olan, yalnızca yeni silahlar, yeni teknolojiler ve bunları üreten çok daha büyümüş bir ekonomidir. Tam bu noktada soruyu yineleyelim: Emperyalizme karşı mücadelenin gerilemesinin nedeni onun bu gücü müdür? Doğrudan bir yanıt vermek gerekirse: Hayır, değildir. Mücadelenin gerilemesindeki esas neden, sosyalizm yönündeki hareketin, proleter devrimci hareketin önderlik yeteneğindeki yetersizliktir. Lenin yoldaşın aydınlattığı “dışarıdan bilinç taşıma” görevi, yeni koşullarda yerine getirilememiş, revizyonizmin saldırıları ve tahribatı kitleleri mücadeleden ciddi derecede alıkoymuştur. Oysa emperyalizm karşısında kitleler dünden çok daha güçlüdür; gelişmiş ekonominin gerçek yaratıcıları olarak sayıca çok daha fazladırlar ve aynı zamanda dünden çok daha açık biçimde geleceksizdirler.
Bu nedenle yoğunlaşmamız gereken asıl konu, anti emperyalist mücadelenin kapsamı ve yeni biçimleri olmalıdır. Anti Emperyalist Lig’in (AEL) taşıdığı ideolojik netlik ve siyasî keskinlik bu bakımdan tartışılıp öğrenilmeye değerdir. Konuya dair önceki yazılarımızda anti emperyalist mücadelenin kapsamını, hedeflerini, öğrenme ve mücadele biçimlerini farklı açılardan ortaya koymuştuk. Bugün aynı meseleye Filistin sorunu çerçevesinde yeniden eğilebiliriz. Çünkü tüm dünyanın gündeminde, emperyalizmin gerçek yüzünü tüm açıklığıyla sergileyen bir Filistin sorunu vardır. Peki, Filistin’de güçlü olan kimdir? Kim kazanacaktır? Bu sorulara yanıt ararken, Filistin’in tarihsel sürecine, halkların kurtuluşunu da içine alan kapsamına ve her türden iş birlikçiyle kuşatılmış makus talihine değinmeye çalışacağız. Bununla birlikte yazımızın esas odağı, emperyalizmin ürkütücü gücü ile kitlelerin kahredici potansiyel gücünü açığa çıkarmak olacaktır.
Filistin, halkından çalınmaya çalışılan bir ülke; bugün soykırımla yüz yüze olan kadim bir halk; emperyalizmin en kanlı hançerini kalbinde taşıyan bir gelecek kavgasıdır. İçerden ve dışardan kuşatılmış olmasına rağmen yaşamaya devam eden destansı bir direniştir. Emperyalizmle saf tutan tüm gericilik, halkından “temizlenmiş” bir Filistin’in an meselesi olduğuna inanmaktadır. Emperyalizme karşı olduğunu iddia edip onun yenilmezliğine boyun eğenlerse yalnızca yenilgiye ağıt yakmaktadır. Oysa yenildikçe yayılan, dünya halklarının gündemine “can alıcı” bir sorun olarak giren Filistin’de direniş sürüyor. Faşist Netanyahu, devlet liderlerini tehdit etmek zorunda kalıyor; Trump ise gerçeklere işaret eden sorular sorulduğunda “ne zaman olmuş”, “haberim yok”, “değerlendireceğiz” gibi kaçamak yanıtlar vermek zorunda kalıyor. En önemlisi, halklar kendi ülkelerinde direnişin bayrağını “kendi polis güçlerine” karşı sallamaya ve tüm baskılara rağmen cüret etmeye devam ediyor.
Siyonizm’e İkna Olmak
Siyonist fikrin, İsrail adlı yapay devlet inşa edilmeden çok önce ortaya atıldığını biliyoruz. İlk kez dile getirildiğinde ise bu fikir, onu geliştirmeye çalışanlar açısından bile ikna edici olmaktan uzaktı. Theodor Herzl, “Yahudilerin Devleti” başlıklı yazısından iki yıl önce şunları yazmıştı:
“Yahudi Daniel kaybolmuş vatanına yeniden kavuşmak ve her tarafa dağılmış kardeşlerini yeniden bir araya getirmek istiyor. Böyle bir Yahudi bilmelidir ki, vatanları geri verildiğinde onlara hizmet etmiş olmaz… Ve Yahudiler oraya gerçekten geri dönmüş olsalar, ertesi gün birbirleriyle fazla bir bağlarının olmadığını tespit ederler. Çünkü onlar yüzyıllardan beri yeni vatanlarında kök salmışlar, eski ulusal özelliklerini kaybetmişler, başka koşullara uyum sağlamışlar ve onları başka insanlardan ayıran önemsiz ortaklıkları her tarafta maruz kaldıkları baskıya hizmet etmektedir.”
Herzl’in sözleri, Siyonist fikrin en zayıf yanını ortaya koyuyordu: Bu projeyi gerçekleştirecek bir “ulus” yoktu. Yahudiler vardı; fakat farklı ülkelere dağılmışlardı, yaşadıkları ulusların bir parçası haline gelmişlerdi. Herzl bu nedenle Siyonizm’e ikna olmamış, hatta bu fikirle alay etmişti.
Ancak iki yıl sonra Herzl’in görüşü değişti. “Yahudilerin Devleti” yazısı, bu değişimin ifadesidir. Burada önemli olan, yalnızca bir kişinin fikir değiştirmesi değildir. Asıl mesele, çok daha büyük bir sürecin işaretidir: Emperyalizmin bir yapay devlete ikna oluşu. 1. Dünya Savaşı öncesinde Orta Doğu’nun koşulları, emperyalizmin bu bölgeye yerleşme çabalarıyla iç içe gelişti. Siyonizm, emperyalizmin bölgedeki çıkarlarını hayata geçirmeye uygun bir araç olarak görüldükçe desteklendi ve koşullar olgunlaştığında işgalin adımları atıldı. Siyonist fikrin gerçekleşmesi emperyalizmin çıkarlarıyla tamamen örtüşmektedir. Arap halklarının emperyalizme karşı mücadelesinin önündeki en büyük engellerden biri İsrail’dir. İsrail yalnızca iş birlikçi, faşist, aşırı dinci ve milliyetçi bir devlet değil; aynı zamanda bölgede “din savaşları” üzerinden yürütülen büyük bir manipülasyonun merkezidir. Din ya da mezhep savaşlarının halkların isyanını nasıl yaraladığı, tarihin defalarca kanıtladığı bir deneyimdir. Burjuvazi –hele ki emperyalist burjuvazi– bu bilgiden yoksun değildir; aksine onu ustalıkla uygular.
İsrail, işgalci bir devlet olarak bölgede haklı ve meşru halk isyanlarının önünde emperyalizmin ördüğü güçlü bir barikattır.
Bununla birlikte, Siyonizm’in Herzl gibi savunucularının dayandığı tarihsel bir gerçeklik de vardır. Yahudi dini kadar gerçektir ki Yahudilerin tarihsel yerleşim alanı Filistin’dir. Dolayısıyla Herzl ve ardıllarının Siyonizm’e ikna olmaları için bir tarihsel nedenin varlığı yadsınamaz. Fakat mesele bundan çok ve Herzl’in sonrasında ikna olmasındaki temel unsur Avrupa’da yaşayan Yahudilerin artık buralarda yaşayamaz duruma gelmeleridir. Bunun da Avrupa’da kapitalizmin gelişmesiyle vücut bulan milliyetçilikle ve milli devlet yaratma politikalarıyla ilgisi vardır. Eski feodal yapılar içinde varlıklarını sürdürebilen ve Siyonist arayışlara tenezzül etmeyen Yahudiler milliyetçiliğin hüküm sürdüğü yeni kapitalist koşullarda toplumsal baskı altında kaldılar. Siyonist fikir bu koşullarda toplumsal bir zemin kazandı ve örgütlenmek için geçerli nedenler ve olanaklar buldu. Bu yeni koşullara nihayet 2. Dünya Savaşı’nın sonuçlarını da eklemek gerekir. Nazilerin saldırıları sonucunda Avrupa’da “barınamaz” hâle gelen Yahudiler, Filistin’e “yerleşme hakkı” kazanmış ve burada devlet kurmaları Siyonizm’i pekiştiren bir unsur olmuştur.
Bugün biz, Filistin halkının işgal edilen topraklarda hak sahibi olduğunu savunurken Yahudi topluluğunun tarihsel gerçekliğini inkâr etmiyoruz. Ancak bu gerçekliği unutmadan şunu vurgulamak gerekir: “yapay devlet” inşasının asıl nedeni bu değildir. İsrail, esasen emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden ve ancak emperyalist zorbalıkla mümkün kılınabilen bir projedir. Emperyalizmin “Yahudi devletini” destekleme politikası, Yahudilerin tarihsel varlığının doğal bir sonucu değil; emperyalizmin ihtiyaçlarının ürünüdür. Tarih sayfaları, yok edilmiş etnik topluluklarla, kaybolmuş dillerle ve inşa edilememiş devletlerle doludur.
Tarih daima günün koşullarında yazılır. Yahudi devleti için zaman geçmiştir. İnşa edilen devlet, “Yahudilerin devleti” değil; olası bir Arap birliğine ve halk isyanlarına karşı emperyalizmin hançeridir. Dolayısıyla sorun ne Kudüs’ün statüsü ne de bir din kavgasıdır. Sorun, ezilen Arap halklarının emperyalizme karşı mücadelesi temelinde vücut bulmaktadır. İşte bu yüzden Filistin sorunu, anti emperyalist mücadelenin merkezindedir.
Şunu da belirtelim: Yahudilerin, işgalle gerçekleşen yerleşimler dışında, öteden beri Filistin’de yerleşik oldukları ve belli bir nüfusa (1882–1903 arasında 20–30 bin arası) sahip oldukları bilinmektedir. Dışarıdan göçlerle ve kapitalizmin dayattığı toplumsal birleşmelerle “ulus” olarak tanımlanmaları ve devlet kurma hakkı, kendi başına reddedilemez. Bağımsız olarak ele alındığında, Filistinli Yahudilerin devlet kurma özgürlüğü savunulabilir. Ne var ki bugün Filistin’deki Yahudi devleti, Yahudilerin özgürlüğünün değil; Nazilerin işlediği soykırımın ve emperyalist çıkarların ürünüdür.
Nazilerin saldırıları yalnızca farklı kültürleri ve azınlık toplulukları hedef almakla kalmadı; esas olarak Sovyet Sosyalizmini yıkmayı amaçladı. 2. Dünya Savaşı’nın sosyalist iktidarı devirmek üzere başlatıldığı gerçeğini gizlemek, Yahudi devletini “soykırımın zorunlu sonucu” olarak sunmak şarlatan tarihçilerin işidir. Naziler Yahudileri soykırıma tabi tuttular ve onlara emperyalizm kurtuluş olarak bir devlet vaat etti. Siyonizm’in ve mevcut Yahudi devletinin gerçekliği budur.
Bu nedenle bir ulusun kendi devletini kurma hakkı ile emperyalizmin zorbalığıyla inşa edilen yapay devlet birbirinden ayrılmalıdır. Öncelikli olan, Filistin’in işgaline son verilmesidir. Tarihsel haksızlıklar ancak bugünün gerçekliği ve devrimci sınıfın çıkarları temelinde aşılabilir. Aksi takdirde bugünkü gibi karanlıklarda boğulmak kaçınılmazdır.
Arap Gericiliğin Desteğinde Bir Devlet
Bugünkü Yahudi devleti, yalnızca emperyalizmin değil; bölgedeki gericiliğin de desteğine dayanmaktadır. Hatta bu destek olmaksızın İsrail ayakta kalamaz, Siyonist fikir gerçekleştirilemezdi. Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi devletlerin desteği kadar İran gibi “karşıt” görünen ama din temelli iş gören devletlerin de bu süreçteki rolü belirleyicidir. Yahudi devletinin gerçek kurucuları, Yahudi halkından çok bölgenin gerici sınıfları, devletleri ve emperyalizmdir.
Siyonizm’i gerçekleştirilebilir bir tahayyül hâline getiren koşullara Arap milliyetçiliğini de eklemeliyiz. Araplarla Siyonistler arasında çelişki ve çatışma olmaksızın Siyonist fikrin gerçekleşmesi, dolayısıyla yapay devletleşme mümkün değildi. Başka bir ülkenin çalınmasıyla, işgaliyle gerçekleşen Siyonist fikrin bu koşullar dışında olanaksız olduğu açıktır.
Arap kurtuluş hareketi karşısında gerileyen, ürken ve yalpalayan emperyalizmin Orta Doğu’da Siyonizm’e yer açması şaşırtıcı değildir. Dünyadaki gericilik çoğu kez dine bağlansa da komünistlerin bakış açısında belirleyici olan sınıf çıkarlarıdır. Siyonizm’in aldığı destek de Evangelist anlayışın değil, gerici sınıfların çıkarlarının ürünüdür. Eğer bu yöneticiler samimi birer dindar ya da yobazlarsa, bu yalnızca bir rastlantıdır. Asıl gerçek şudur: emperyalizmin Siyonizm’e ihtiyacı olmuştur ve hâlâ vardır.
Bu durumda İsrail devletini Yahudilerin devlet kurma hakkı temelinde değerlendirmek yanlış bir yaklaşımdır. İsrail devletini emperyalizmin çıkarlarının doğrudan bir ürünü olarak değerlendirmek ve işgal ile inşa edilenin yıkılması gerektiğine işaret etmek gerekir.
Filistin sorununa Filistin devrimci hareketi de genel olarak bu düzeydeki bir anlayışla yaklaştı. Yahudi halkın desteğini almak amacını göz ardı etmeden işgal devletinin varlığını temel sorun olarak gördü ve kurtuluş için savaşın esas hedefine emperyalizmi koydu. Filistin ulusal direnişinin en başından beri “terörist” olarak damgalanmasının nedeni de budur. Devrimci ve ilerici olan her şeyle birleşebilen bir ulusal hareket olduğu sürece Filistin Kurtuluş Hareketi kapsayıcı bir güç olmayı başardı. Bunu boşa düşürmek için içeriden yapılan birçok müdahale genelde başarısızlıkla sonuçlandı. Örneğin Hamas dinî bir hareket olarak varlık bulsa da temelde iş birlikçiydi ve Mossad ile ilişkiliydi. Şeyh Yasin FKÖ hegemonyasını kırmak için her şeyi yaptı ve bunu yaşamı boyunca başaramadı. Filistin Kurtuluş Hareketinin halk kitlelerindeki yankısını bozan ve zamanla alt üst eden şey “barış yoluna” girilmesi, emperyalizmin çizdiği güzergâhta çözüm olanağına inanılması oldu. Yaser Arafat döneminde başlayan bu sürecin yaratıcılarına, destekçilerine ve fonlayanlara bakıldığında İsrail işgalini üreten ve bölgeye dayatan emperyalizmi ve bölgedeki gerici devletlerden başkasını görmeyiz. Göç ve işgal yoluyla İsrail’i kurduranlar Filistin’le barışı da örgütlemeye giriştiler. Barış sadece diyalogla ilerleyen bir süreç olmadı kuşkusuz; birçok intifada gerçekleşti, savaş düzeyince çatışma yaşandı. Nihayetinde barış ve çatışma sarmalında devrimci Filistin Kurtuluş Hareketi geriledi ve çürüdü ya da çürütüldü demek gerekir. Bugünün Hamas gerçekliği bu çürümeye karşı halka dayanan ciddi bir reflekstir. Hamas açıktır ki ilericiliği, halkın kurtuluşunu, sosyalizmi vs. temsil etmiyor. Aksine, o bunlara tam düşman bir harekettir. Buna rağmen Hamas bugünkü işgal karşıtı direnişin önemli bir parçasıdır. İsrail Hamas’a çok ciddi saldırılarda bulunup da direniş onda somutlaşarak ilerlediğinde Filistin’in kurtuluşunun Hamas’ın önderliğinde olacağına inanılmaya başlandı. Halkın kendiliğinden eğiliminin Hamas’ın direnişiyle buluşması şaşırtıcı değildir. Ne var ki direniş Hamas’tan ibaret olmadığı gibi direnişin geleceği de Hamas elinde değildir. Hamas gerici devletlerle ilişkili bir biçimde diyalog yolundadır. Katar’da gerçekleşen saldırı da bu diyalogun düzeyine işaret etmiştir.
Filistin’de direnişin temel öznesi, unutmayalım ki Filistinlilerdir. Bugün Hamas’ın önderliği öne çıkıyor olsa da Filistin’de birikimi ve kapsayıcılığı geniş, işgale karşı radikal bir tutum içinde olan güçler söz konusu. Emperyalizmin imhayı, soykırımı içeren saldırıları karşısında cüretli direnişler sergileyenlerin geleceğe büyük bir devrimci görev bırakıyorlar. Barış, diyalog gibi yöntemler emperyalizmin imha saldırılarının parçası olarak geliştirildiğinde halk sonuna kadar direnişin safında yer almaya karar veriyor. Bu kararın bir imhayla, soykırımla sonuçlanması elbette büyük bir yıkımdır. Peki ama bu uzlaşmanın gerçek bir çözüm olduğunu gösterir mi? Varlığını işgal üzerine inşa edenlerin bundan vazgeçmesinin koşulu onu alt etmektir. Emperyalizm de ancak alt edildiğinde “barışa” mecbur kalacaktır. Süreç henüz bu yöne evrilmemiştir. Henüz Filistin için kurtuluş koşullarında barış olanağı yoktur. Belki Filistin sorunu bir süre daha işgal gerçekliğinde yaşanacaktır. Bu, emperyalizmin çürümüş ve yıkılmak üzere bir dev olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Onun yıkılabilir bir güç olduğunu talana, sömürüye, imhayı içeren saldırganlığa dayanan doğasından anlayabiliriz. Hiç durmadan saldırmak zorunda olan bu devasa gücün dayandığı zemin halkların emeğidir. Görev bu emeği ona karşı örgütlemektir.
Barışa İkna Olmayalım
Filistin sorunun geldiği nokta emperyalizmle mücadelenin sonuna kadar devrimci olmakla ancak mümkün olduğunu öğretiyor. Bu mücadeleden hareketle günümüzdeki barış politikalarını ayrıntılı biçimde tartışmaya devam etmeliyiz. Çünkü mevcut koşullar, “barış” söylemlerini ve özellikle de savaş yoluyla emperyalizmin geriletilemeyeceği iddiasını beslemektedir. Devrimci, ama özellikle ulusal ve demokratik nitelikteki direnişlerin darbeler aldığı, gerilediği her gelişme; barış için mücadelenin daha makul, daha gerçekçi bir seçenek olduğu fikrini güçlendirmektedir.
Üstelik bu düşünceler, geçmişin görkemli halk isyanları, büyük proleter devrimleri ve halk devrimleri göz ardı edilerek ya da küçümsenip nostaljik bir vaka gibi görülerek dile getirilmektedir.
Emperyalizmle ve onun yarattığı, yaratacağı tüm sorunlara rağmen nasıl birlikte ilerlenebileceğini tartışan, değerlendiren ve belirleyen bir “esas akım” oluşmuş durumda. Bu akım, “barış” adıyla kamufle edilmektedir. Uzlaşmaz karşıtlık içeren sınıf mücadelesinin uzlaşmacılıkla sürdürülebileceği iddiası çok eskidir; öyle ki, bu iddia Marksizm’den de önceye dayanmaktadır. Dolayısıyla karşımızda çok eski ve deneyimli ama bir o kadar çürük bir tez duruyor. Bu akım, “bükemediğin bileği öpeceksin” düzeyinde olmasa da emperyalizmin devrimci mücadele yoluyla yıkılabileceği fikrinin artık eskidiğini ve doğru olmadığını savunmaktadır. Elbette bu, kendi başına oluşmuş bir durum değildir; bu sonucu üreten nesnel koşullar söz konusudur. Bu nedenle kitleler üzerinde etkili olabildiğini görerek bu mücadelenin yeniden ve kapsamlı bir tartışmasına mecburuz.