Sanayi Devrimi sonrası hızlanan sendikal hareket, dünyanın her yerinde aynı dönemlerde benzer bir ivme kazanmıştır. Örneğin 1940’lı yıllarda sendikalaşma oranı hız kazanmaya başlamış ve bu ivme 1970’lere kadar devam etmiştir. Ancak 1970’lerde pek çok ülkede siyasal ve ekonomik krizler sendikal süreçleri baltalamıştır. Şili’deki askerî darbe ile başlayan bu süreç, petrol krizi ile devam etmiştir. Türkiye’de ise 1980 darbesi sendikal harekete ket vurmuş, neoliberal politikalarla işçi sınıfının hareketliliği engellenmeye çalışılmıştır. İşçilerin sendikalaşma eğilimlerinin arttığı süreç, çeşitli bahanelerle bastırılmaya çalışılmış; sendikaların kapatılmasına kadar varan girişimler, işçileri ve sendikaları birbirinden kopuk hale getirmiştir.
Kapitalizm, en büyük düşmanı olarak gördüğü işçilerin birliğini parçalamak amacıyla neoliberal politikalar üretmiş, özelleştirmenin ve kayıt dışı istihdamın önünü açmıştır. Türkiye’de de diğer ülkelerde olduğu gibi pek çok politika, işçilerin kazanımlarının önüne geçmek için hayata geçirilmiştir.
Bugün sendikaların ve işçilerin gerçekliğini görmek, durumu tahlil etmek büyük önem taşımaktadır. Devlet eliyle yürütülen bir sendikacılık anlayışı, işçinin yaşamına derin biçimde işlemiş durumdadır. Asgari ücret artış oranları, emekli maaşları zamları ve memur ile işçilerin maaşlarına yansıyacak zamlar tamamen devlet güdümüne bırakılmıştır. Adil olmayan komisyonlar oluşturularak oynanan demokrasi oyununun tek kaybedeni işçiler olmaktadır.
Umutsuz Tecrübeler
2025 yılı asgari ücret görüşmelerini hatırlayalım: Patron olarak hükümet yetkilisi 5 kişi, patron sendikası TÜHİS yetkilisi 5 kişi ve işçi sendikası TÜRK-İŞ yetkilisi 5 kişinin katıldığı komisyonda, işçilerin bu görüşmeden mağlup olmama ihtimali olmadığı herkes tarafından bilinmektedir. Bu tablo, yapılan bütün sözleşmelerde karşımıza çıkmaktadır.
Keza, işçinin haklarını korumak amacıyla çıkarılan 4857 sayılı İş Kanunu ya da 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu, patronun işçiyi oyalaması için strateji sunmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Özellikle özel sektörde faaliyet gösteren iş yerlerinde, işçiler sendikalaşmaya başladıklarında işten çıkarılabilmekte veya mobbing altında çalışmaya maruz bırakılmaktadır.
İşten çıkarılan işçiler için açılan davalar yıllarca sürebilmekte ve işçinin alacağı tazminat değersiz hale gelmektedir. Bütün bunlara rağmen, çoğunluğa ulaşılan iş yerlerinde patrona çoğunluğa itiraz hakkı tanınmaktadır. Süreç, aynı şekilde davaya evrilmekte; yıllar süren davanın sonucunda sendika davayı kazanmakta, fakat sendikaya üye işçi kalmadığı için toplu iş sözleşmeleri uygulanamamaktadır.
Bütün bu süreçler işçide umutsuzluk ve yılgınlık yaratmaktadır. Bir sonraki aşamada ise sendikalara karşı güvensizlik oluşmaktadır. Bu süreçlerin çoğunda sendikaların neredeyse tamamı, yasal süreci yürütmeyi tercih etmekte; yeni iş yerlerini örgütleme hedefine odaklanırken mevcut iş yerlerini ve işçileri unutmaktadır. Bütün bu keşmekeşin sonunda ise işçiden kopuk bir sendika ve sendikasına güvenmeyen işçiler kalmaktadır.
Yaygın Güvensizlik
Günümüzde Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 14-15 civarındadır ve bu oran neredeyse tamamen kamu sektöründe çalışan işçilerden oluşmaktadır. Özel sektörde sendikalaşma hemen hemen yok denecek kadar düşüktür. Bunun başlıca nedeni iş kaygısı olsa da, işçilerin sendikalara duyduğu güven eksikliği de sürecin önemli bir boyutunu oluşturuyor. Son 15-20 yıllık dönemde TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve DİSK’in işçiden kopuk tutumları, işçi sınıfının örgütlenme iradesini zayıflatmıştır. Sarı sendikacılık gölgesinden çıkamayan bu konfederasyonlar, ya hükümeti temsil ettiklerini açıkça ilan etmekte ya da işçiyi direnişten uzak tutacak stratejiler geliştirmeye devam etmektedir.
Direniş Kıran Sendikalar
Her ay açlık, yoksulluk sınırını paylaşan sendika yetkilileri; lüks içerisindeki yaşamlarında ödün vermeden yaşamaya devam ederken işçilerin açlık sınırının dahi altında kalan maaşlarla geçinmesini normal bir durum olarak görüyor. İşçiyken hayatı boyunca sahip olamayacağı arabalara binebilen, belki hayalini bile kuramayacağı lüks evlerde yaşamaya başlayan, maaşı bir anda onlarca kat artan, beş yıldızlı otellerde konaklayabilen, emrinde onlarca personel olan neredeyse tamamı takım elbiseli ve kendilerince saygın olan sendika başkanları; işçiden her geçen gün daha fazla uzaklaşıyor. Kendilerinin de bir dönem işçi olduğunu unutan bu kişiler işçinin yaşadığı zorlukları görmezden gelerek kendi koltuklarını korumak adına ellerinden gelenin fazlasını yapıyorlar. Bu durum bütün sendika başkanları için geçerli değil elbette fakat sendika ağalığı kavramı on yıllardır olduğu gibi bugün de gerçekliğini koruyor.
İşçilerin direnişlerini bastırma görevi ne yazıktır ki sendikalara veriliyor. 2025 yılı işçiler açısından kritik ve mücadele ile geçen bir yıl oldu bugüne kadar. Senenin son 4 ayı da böyle olacak gibi görünüyor. Kamu işçilerinin neredeyse tamamının 2 yılını belirleyecek olan toplu iş sözleşmesi süreci geçtiğimiz günlerde tamamlandı. Kamu Çerçeve Protokolü adı verilen ve kamu işçilerinin toplu iş sözleşmesinin çerçevesini oluşturan sözleşme metni yetkili sendika olan HAK-İŞ ve en büyük konfederasyon olduğu için muhatap görülen TÜRK-İŞ tarafından 2 Ağustos günü imzalandı.
Sendikaların şubat ayında verdiği teklif bakanlıklarca aylar sonra değerlendirildi. Teklifin yanından dahi geçmeyecek olan rakamlar patron kesimi tarafından sendikalara sunuldu. Daha ilk andan verilen komik teklifin güzellemesi bazı sendika yetkililerince yapıldı. Konuya dair aylarca hiçbir şey söylemeyen DİSK, bir anda Ankara’ya yürüme kararı aldı. İki gün süren yürüyüşten sonra hiçbir yetkilisi kamu işçisine dair tek kelime etmedi. HAK-İŞ, hükümet yetkililerine yalvarmakta çareyi buldu. Patronlardan icazet alarak birkaç basın açıklaması yapabildi. TÜRK-İŞ’e bağlı sendikalar ise tabanın hareketliliği nedeniyle eylemliklere başladı. Savunma sanayi işçileri ve sağlık işçileri aralıksız eylem yaptı. Diğer iş kollarındaki işçiler ise sendikalarına rağmen alanlarda varlıklarını göstermeye çalıştı. Onlarca yıldır sessiz olan kamu işçileri, bu dönemde seslerini herkese ve her şeye rağmen yükseltmeyi başardı. Basın açıklamaları yerini iş bırakmalara devretti. İşçilerin birlik olduğunu gören konfederasyon yetkilileri ve hükümet sürece hemen müdahale ederek KÇP’yi imzaladı.
Yeniden Örgütlenmenin ve Mücadelenin Mimarı Olalım
İşçiler iş yerlerinde başlattıkları eylemlikleri alanlara taşıyarak bir hareketlilik yarattı bu süreçte. Ülkedeki ekonomik kriz, mali konuları işçinin en büyük ihtiyacı gibi gösteriyor olsa da iş yerlerinde yaşanan yüzlerce sorun işçinin iş sağlığı ve güvenliğini tehdit etmeye devam ediyor. Sendikaları yönetenler de çoğunlukla bu sorunlara çözüm üretmek yerine sendikal rekabete gömülerek yetkiyi elinde tutmaya çalışıyor. İşçi kendisini masada ya da alanlarda satmayacak, sendika ağalığını reddeden, işçiyi temsil edecek yönetici ve sendika istiyor. Bu taleplere karşılık bulabilen işçi sayısı gün geçtikçe azalıyor. Sendikaların birçoğu işçinin örgütsüzlüğünden besleniyor. İşçinin ihtiyaçları ile sendikaların tutumu her geçen gün birbirinden biraz daha uzaklaşıyor.
Bütün bunlara karşılık günümüzde sendikalar, işçilerin örgütlülük kurmak için ulaşabilecekleri en yaygın araç olarak karşımızda duruyor. İşçilerin sendikalara dair mesafesinin açılması egemenlerin ve sermayenin işine geliyor. İşçiler, her şeyden önce örgütlülük kurmalı ve sendikaların parçası olmalıdır. İşçiler, sendikaların maaşlarına zam yapılmasını sağlayan bir mekanizma olduğu düşüncesinden sıyrılarak şeffaf yönetilen ve mücadele eden sendikaların mimarı olmalılardır.