Kürt Ulusal Hareketi ile TC arasındaki müzakere süreci son aylarda yavaşlamış, PKK’nin aldığı tarihsel kararlara rağmen TC tarafından tatmin edici adımlar atılmaması ve “terörsüz Türkiye” retoriği eleştiri konusu olmuştu. Hal bu iken geçtiğimiz günlerde PKK’nin Türkiye’deki tüm güçlerini çekme kararı almasıyla, bu anlamda hiçbir tehdit unsuru olmayacağını somutlaştırmasıyla “süreç” kapsamında yeni ve önemli bir gelişme oldu. Bu gelişme, KCK önderlerinden Sabri Ok’un 26 Ekim’de Türkiye’den geri çekilen bir gerilla birliği ile birlikte yaptığı basın açıklamasıyla kamuoyuna duyuruldu.
Açıklamada, geri çekilmenin “süreci ikinci aşamaya taşımak için” olduğunu vurgulayan Ok, özetle şunları ifade etti:
“Yaşanan yetersiz yaklaşımlara rağmen Önder Abdullah Öcalan ve Kürdistan Özgürlük Hareketi, Türkiye ve Kürtler üzerine gittikçe ağırlaşan tehlikeleri bertaraf edebilmek için gelecek yüzyılların özgür, demokratik ve kardeşçe yaşamının temellerini atabilmek için, Barış ve Demokratik Toplum sürecini ikinci bir aşamaya taşıyabilmek amacıyla ön açıcı yeni pratik adımlar atmaya çalışmaktadır. Bu doğrultuda, 12. Kongre Kararları temelinde planladığı Türkiye sınırları içinde çatışma riski oluşturan ve olası provokasyonlara açık olan Türkiye’deki tüm güçlerimizi Medya Savunma Alanlarına geri çekme işlemini Önder Abdullah Öcalan’ın da onayı temelinde gerçekleştirmekteyiz.
“Kuşkusuz attığımız bu adımların etki düzeyini pratik gösterecektir. Ancak attığımız bu pratik adımlar da PKK’nin 12. Kongre kararlarını uygulamadaki kararlılığı ve net tutumumuzu bir kez daha ortaya koymaktadır. Çok açık ki biz 12. Kongre Kararlarına bağlıyız ve uygulamakta kararlıyız. Ama bunların pratikleşmesi için de yine PKK 12. Kongresinin aldığı kararlar doğrultusunda sürecin gerektirdiği hukukî ve siyasî yaklaşımlar gecikmeden gösterilmelidir. Bu çerçevede PKK’ye özgü Geçiş Hukuku esas alınmalı, demokratik siyasete katılabilmek için gerekli özgürlük ve demokratik entegrasyon yasaları gecikmeden çıkarılmalıdır.”
Açıklamanın ardından yine KCK önderlerinden Cemil Bayık da geri çekilme kararı hakkında bir dizi değerlendirmede bulundu. Bayık, kararı “…devletin özgürlük ve demokratik entegrasyon yasalarını bir an önce çıkarması gerekir. Öyle sadece silah bırakılmasını öngören politika ve yasayla bir yere varılamaz. Çağrıda belirtilen siyasî ve hukukî gerekliliklerin yerine getirilmesinden söz edilmesi bu nedenledir.” sözleriyle olumladı, KUH’un taleplerini yineledi ve TC’nin “muğlak” tutumunu şu sözlerle eleştirdi:
“Bahçeli, Rêber Apo’nun açıklamalarını doğru bulduğunu, sorumluluklarını yerine getirdiğini söylüyor. ‘PKK de kurucu önderi tamamlıyor’ dedi. Sık sık süreci sahiplendiğini ortaya koyuyor. ‘Terörü sonlandıracağız’ diyor. Tayyip Erdoğan da zaman zaman süreci sahiplendiğini belirtiyor. Ancak Devlet Bahçeli de Tayyip Erdoğan da zaman zaman tehdit edici söylemlerde bulunuyorlar. İktidar sözcüleri ve bakanlar özellikle muğlak konuşuyorlar. Bazı olumlu cümleler kurulsa da sorunu ‘terör’ sorunu ve silahların bırakılması olarak ele almak, tek taraflı ve doğru olmayan bir yaklaşımdır.”
12. Kongre kararları kapsamında, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın onayıyla alınan geri çekilme kararı KUH tarafından süreçte ikinci aşamaya geçilebilmesi için “ön açıcı” bir adım olarak değerlendirilmektedir. Bu adımın Kürt ulusal sorununda önemli bir gelişme olduğu açıktır ancak çözümü noktasında ciddi sorunlar taşıyacağı da aşikâr. Hiç şüphe yok ki 12. Kongre kararları kapsamında atılan bu adım, PKK’nin uzlaşmacı çizgisiyle de çelişmektedir. Öyle ki öz yönetim dinamiklerine bağlı “öz savunma” teorisinin pratikte terk edildiği adımlardan birisi olmuştur geri çekilme kararı.
Açıklamada dikkat çeken bir diğer husus ise “PKK’ye özgü Geçiş Hukuku”nun esas alınması olmuştur. Söz konusu “Geçiş Hukuku”, KUH’un “Barış ve Demokratik Toplum Süreci” olarak tarif ettiği sürece özgü geçici hukuki düzenlemeleri ifade etmektedir. Yani PKK’nin fesih ve silah bırakma kararlarının pratikte uygulanabilmesi için TC’den talep ettiği özel yasalardır. “Geçiş Hukuku” olarak adlandırılan özel yasal çerçevenin temel amacı, açıklamada da belirtildiği gibi “demokratik siyasete katılabilmek için gerekli özgürlük ve demokratik entegrasyon yasaları”nın gecikmeden yürürlüğe konulmasıdır. Peki bu beklentinin oluru nedir?
Kuşkusuz “entegrasyon” fikri Türk egemen sınıflarında da mevcuttur. Ancak niteliği KUH ve Kürt ulusu için özgür ve demokratik bir zemin sunmaya elverişli değildir. Kuruluş ilkeleri şovenizmle harmanlanmış faşist diktatörlüğün KUH’a ve Kürt ulusuna “özgür ve demokratik” bir ortam sunması imkânsızdır. Zira birincisi, faşist devlet aygıtı, Türk egemen sınıflarının hayat sigortası niteliğindedir ve şovenist politikaların sirkülasyonu, ulusa dayalı sınıf egemenliğinin en önemli dayanağıdır. İkincisi, ulusa dayalı sınıf egemenliğine dayanan ulusal baskı politikaları yenilmeden, yine Türk egemen sınıfları yenilmeden Kürt ulusu ve çeşitli ulusal azınlıklardan Türkiye halkı için özgürlük ve demokrasiden bahsedilemez. Dolayısıyla özgürlük ve demokrasi isteminin demokratik halk devrimiyle kazanılması dışında sunulan tüm alternatifler kitlelere hayal satmaktan öteye gidemez. Türk egemen sınıflarının açıkça “terörsüz Türkiye” amacıyla yön verdiği, şovenizmi körüklediği bu süreçte KUH yöneticilerinin yer yer ulusal haklardan söz etmesine bile tahammül gösterilmezken, özgürlük ve demokratik entegrasyon yasaları yürürlüğe konulsa da bunların pratikte hükmü olmayan, gasbedilebilir yasalar olacağını şimdiden söylemek gerekir.
Bu taleplerin pratikte bir karşılığı olmamakla birlikte, PKK’nin geri çekilme kararı sürecin hızlandırılması için devleti adım atmaya çağıran bir etkiye sahiptir. Tabii sürecin hızlandırılması, ulusal demokratik hakların teslim edileceği, PKK kadrolarının ve savaşçılarının ön görüldüğü gibi “topluma kazandırılacağı”, demokratik siyasette söz hakkının tanınacağı anlamına gelmemektedir.
KUH’un tek taraflı adımlarına karşılık TC, üzerinde “terörsüz Türkiye” yazan önlüğü çıkarmamakta kararlıdır. Dahası, Rojava’nın kısmen tanınmasına, T. Kürdistanı’nda ise KUH’un savaş alanlarından tasfiye edilmesine karşın TC, SDG’nin de tasfiye edilmesini amaçlamakta, Kürt ulusunu müzakere masalarında silahsızlandırarak yeni dönemin ruhuna uygun şekilde ilhak ve işgal olanaklarını aramaktadır.
Bayık, “Türk devleti ille de SDG silah bıraksın diyor. HTŞ’nin Alevilere ve Dürzilere yaptıkları ortadayken Kuzey-Doğu Suriye halklarına silah bırak demek kendinizi soykırım bıçağının altına yatırın demektir.” yorumuyla haklı bir tespitte bulunuyor. Ne var ki soykırım tehdidi yalnızca Rojava için değil, Kürdistan’ın tüm parçaları için geçerli bir durumdur. Dolayısıyla Rojava’da silahların bırakılması ne kadar soykırıma razı olmak anlamına geliyorsa, T. Kürdistanı’nda da silahların bırakılması o kadar olası bir soykırıma razı olmak anlamına gelir.
Bölgesel ölçekte yaşanan değişimler KUH’u Türkiye’de ve Suriye’de farklı politikalar izlemeye zorlamıştır. PKK’nin feshi, silahlı mücadeleye son vermesi ve son olarak Türkiye’den çekilmesi, Rojava’daki kazanımların korunması ve meşruluk kazanması bağlamında açıklanabilir. Ancak Türkiye’deki süreçte emperyalistlerin kontrolünde PKK’ye dayatılan tasfiye, Suriye’deki süreci ilhak ve işgal için fırsata dönüştürmeye çalışan TC ve HTŞ tarafından SDG’ye de dayatılmaktadır. Bu çarpık ve tutarsız süreçte emperyalistler SDG ile askerî ilişkilerini sürdürseler de TC’nin bölgedeki stratejik uşaklığı ve önemi emperyalistlerden belli tavizler elde etmesine olanak sunmaktadır. Bu nedenle TC, bölgedeki çok bilinmeyenli denkleme bağlı olarak, Rojava’nın özerk statüsünün tanınmasının tamamen önüne geçemese de hiç değilse “entegrasyon” yasalarıyla garanti altına alınmış daha kontrol edilebilir bir bölgeye razıdır.
BAHÇELİ’NİN KIBRIS ÇIKIŞININ ANLAMI
TC’nin askerî işgali altındaki Kuzey Kıbrıs’ta 19 Ekim Pazar günü yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, muhalefetteki Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin (CTP) adayı Tufan Erhürman’ın cumhurbaşkanı seçilmesi, Ersin Tatar’ı destekleyen Ankara açısından “beklenmedik” bir gelişme olarak yansıtıldı. Oysa yönlendirme içeren kamuoyu yoklamaları dışında, genel gidişat bu beklentinin temelsiz olduğunu gösteriyordu. Seçim süreci boyunca yeniden gündeme oturan Kıbrıs sorununda, CTP 1977’den bu yana resmî hedef olarak benimsediği “federasyon” tezini savunurken, Tatar/UBP (Ulusal Birlik Partisi) kliği ise “iki devletli çözüm” modelini öne çıkararak bilindik kutuplaşmayı derinleştirdi. CTP’nin, seçimleri kazanarak iktidara gelmesiyle birlikte Kıbrıs’ın federasyon çatısı altında birleşmesine dair tartışmalar işgalci TC’yi endişelendirmiş görünmektedir. Bununla birlikte Akdeniz’in yeniden dizayn edildiği bu süreçte Kıbrıs’taki şartların, gene emperyalizmin lehine olmak üzere normalleştirilmesi beklenen bir başka durumdur. Devlet Bahçeli, Kıbrıs sorununda federasyon talebinin yeniden gündeme gelmesine jet hızıyla yanıt vermiş ve “KKTC Parlamentosu’nun acilen toplanarak seçim sonuçlarını değerlendirip federasyona dönüşü kabul etmeyeceğini ilan etmesi” yönünde çağrıda bulunmuştur. Bu çağrı, içeriğinden çok refleksif bir tepki niteliği taşımasıyla dikkat çekti; süreci bulanıklaştırmaktan ve genel bir afallama yaratma çabasından öteye gitmeyen bir açıklama olarak kalmıştır. Bununla birlikte, “federasyon” tartışmasının ülke içinde yol açabileceği siyasal karmaşa ayrı bir endişe konusu olarak not edilmelidir.
Bahçeli bu sonucu yaratmak üzere daha ileri sözler de sarf etti. 21 Ekim’de MHP’nin grup toplantısında “KKTC’nin Türkiye’nin 82’inci ili olması gerektiğini” savundu. Yine 23 Ekim’de bir röportajda aynı görüşleri tekrarlayarak “Federasyon fikrini savunan bir adayın kazanmasıyla o küçücük federasyon kıvılcımının ateşe dönüşmemesi gerektiğini düşündüğüm için hemen açıklama yaptım.” dedi. Bahçeli, Kıbrıs’ta meydana gelecek bir federasyon kıvılcımının Suriye’de yangına dönüşmesinden duyduğu kaygıyı şöyle açıklıyor: “KKTC’de federasyon, Suriye’deki federasyon amaçlayan güçleri de tetikler. Bu da Türkiye açısından kabul edilemez. Bu kapsamda baktığımızda en doğru kararın KKTC’nin Türkiye’ye katılması olacaktır.”
Suriye’de yaşayan Kürtler, Dürziler ve Aleviler iktidarın HTŞ’ye geçmesinde sonra karşılaştıkları katliamlar ve saldırılarla birlikte öz yönetim taleplerini daha güçlü savunmaya başlamışlardır. Bu durum, TC’nin bölgesel otoritesinin, ilhakçı ve işgalci politikalarının köküne kibrit suyu dökmek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Bahçeli’nin duyduğu kaygı yersiz değildir. Kıbrıs’ta patlak verecek bir otorite kaybı, dolaysız olarak Suriye’de de yankı bulacaktır. Zira bölgesel çapta yaşanmaya devam eden kapsamlı değişimler, aynı zamanda TC’nin ilhakçı, işgalci varlığını da doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle TC’nin bölgedeki stratejik ve taktik politikaları, ilhakı ve işgali altında tuttuğu bölgelerde meydana gelebilecek olası bir başkaldırı durumunda tarih olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Kabul edilemez olan, kıvılcımın yangına dönüşmesidir; çünkü kıvılcım, kaçınılmaz olarak, Türkiye ve T. Kürdistanı’na da sıçrayacaktır.
ROJAVA’DA NELER OLUYOR?
Egemenlerin kitlelerin eğilimlerinin ve taleplerinin karşısında durması, daha fazla ilhak ve işgal hırsıyla hareket ettiklerini ve gidişatın da bu yönde olduğunu göstermektedir. İlk fırsatta Kıbrıs’ı 82. il yapmak isteyen TC, SDG’nin ve Rojava’daki özerk oluşumun tasfiye edilmesini daha güçlü haykırmaktadır. Suriye’de SDG’nin Şam hükûmeti ile anlaşma sürecinde sağlanan ilerlemede son günlerde “olumlu” gelişmeler yaşandı. Müzakerenin getirisi olarak ateşkes ve saha koordinasyonu gibi adımlar atılmıştır anca “entegrasyon”un uygulanması gecikmektedir. Bu gecikmenin başlıca nedeni, merkezî kontrolü önceleyen Şam’ın, SDG’nin koşulsuz şartsız “entegre olmasını”, başka bir ifadeyle teslim olmasını, “bölünmez bütünlük” martavalıyla Kürtlerin statü hakkından yoksun bırakılmasını istemesi olurken bir diğer neden ise SDG’nin Rojava’daki kazanımları korumak adına Şam hükûmetinin bu içi boş dayatmalarını kabul etmemesidir. SDG, güçlerinin “yeni Suriye ordusu”na katılmaya hazır olduğunu, ancak “SDG’nin kimliğini, mücadelesini ve fedakârlıklarını koruma” şartıyla katılacağını belirtmektedir. Ayrıca SDG’nin ekonomik pay taleplerinde ısrar etmesi, entegrasyonun uygulanmasını geciktiren bir başka nedendir.
SDG ile Şam arasındaki müzakerede ABD’nin arabulucu rolü süreci hızlandırsa da TC’nin bu denklemdeki temkinli hali ve İsrail’in etkisi belirsizliği artırmaktadır. Öte yandan zaman zaman HTŞ’nin elini güçlendirmek için SDG’nin Şam’a bağlı hedeflere saldırdığı yönünde kurgulayıp yaydığı dezenformasyonlar gündemdedir. Bu olumsuzluklara rağmen müzakere ilerlemektedir. Gelinen aşamada hiç değilse belli soru işaretleri giderilmiş durumdadır. SDG’nin kısmi özerklik içeren talepleri kabul edilmektedir. Entegrasyonun hayata geçirilmesi halinde, mevcut anlaşma ve görüşmelere göre SDG ordu içinde 3 tümen, 3 tugay ve genelkurmayda yüzde 30 payla esaslı bir gücü temsil ederek “bağımsız bir blok” olacak ve Rojava’nın güvenliğinden ve özerk yönetime bağlı kurumların denetiminden sorumlu olmaya devam edecek. Bu, Rojava’nın entegrasyonunun tam bir merkezîyetçi yapıya değil, adem-i merkezîyetçi bir yapıya dayalı olarak gerçekleşmesine olanak tanımaktadır.
Şam hükûmeti ile İsrail arasında devam eden uzlaşma süreci, yine ABD’nin arabuluculuğunda hız kazanmış durumda. Süreç 1974 Ayrılma Anlaşması’nın yeniden yapılandırılması, sınır güvenliği ve “de-eskalasyon paketi” ekseninde şekillenmektedir. Colani, yaptığı açıklamalarda İsrail ile “barış ve sükûnet”in hedeflendiğini vurgulamaktadır ancak Golan Tepeleri’nin iadesi gibi şartlar öne sürmektedir. İsrail ise bölgedeki stratejik noktalarda varlığını sürdürmeyi şart koşmaktadır. Görüşmelerin bir anlaşmaya bağlanması durumunda İsrail’in saldırılarını durdurması, Şam hükümetinin ise ağır silahları sınırdan uzak tutması öngörülmektedir. Ne var ki ABD’nin Suriye üzerindeki yaptırımları kaldırmaması bu anlaşmanın önüne set çekebilir. Görüşmeler sürerken Golan Tepeleri’nin iadesi ve Filistin bağlantısı gibi konuların açıklığa kavuşmaması, ayrıca Colani’nin El-Kaide geçmişi içerdeki gerilimi ve muhalif seslerin artmasına sebep olmaktadır. Trump’ın Orta Doğu vizyonuyla uyumlu ilerleyen görüşmeler, Suriye’nin yeniden savaş alanına dönme ihtimalini ortadan kaldırmamaktadır.
Sonuç olarak, Suriye’de şekillenmeye başlayan idarî oluşum, emperyalistlerin ve bölge gericiliğinin çıkarları ekseninde şekillenmektedir. Bu şekillenmenin Kürtler bakımından içerdiği gelişmeler ete kemiğe bürünmeye başlamıştır. Yukarıda bahsettiğimiz bu gelişmeler, kısmen de olsa hak kazanımları olarak görülmelidir. Ancak bu kısmi hakların Kürt halkının ulusal çıkarlarıyla ve kurtuluşçu eğilimiyle uyumlu bir niteliğe sahip olmadığını da belirtmek gerekir. Nihayetinde emperyalizmle ve bölge gericiliği ile uzlaşma içinde hareket eden KUH’un “kısmen” “hak” sahibi kılındığı unutulmamalıdır. Kısmi olarak verilen bu haklar kitlelerin anti faşist, anti emperyalist eğilimiyle uyumlu değildir ve emperyalistler ve bölge gericiliği tarafından her zaman gasbedilmeye açıktır. Ulusların barış içinde bir arada yaşaması, ezilen bir ulusun özgürleşmesi, emperyalistlerin arabuluculuğunda ezen ulus egemenleriyle müzakere ederek değil, ulusal hak eşitliği mücadelesiyle mümkündür. Dört parçası emperyalistler tarafından sömürülen, bölge gericiliği tarafından ilhak ve işgal edilen tüm Kürdistan coğrafyasının kurtuluşu ise yalnızca anti faşist, anti emperyalist mücadeleyi örgütlemekten geçmektedir.








