25 Aralık, Perşembe
Yeni Demokrasi Gazetesi
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
    • ANALİZ
    • ANI – ANLATI
    • BİLİM
    • ÇEVİRİ
    • İZLENİM
    • KADIN
    • KOLEKTİF DOĞRULTU
    • MAKALE
    • MEŞA AZADÎ
    • POLİTİK – GÜNDEM
    • TARİHSEL BELLEK
  • Tüm Haberler
Yeni Demokrasi Gazetesi
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle

Anasayfa » Marksizmin Aşılması ve Demokratik Toplum -I

Marksizmin Aşılması ve Demokratik Toplum -I

25 Aralık 2025
içinde KOLEKTİF DOĞRULTU
Facebook'ta PaylaşX'te PaylaşWhatsappTelegram
Google Haberler Google Haberler Google Haberler
ADVERTISEMENT

“Sen Yolunda Yürü Bırak Elalem Söylensin” (Dante)

Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum İnşasıyla Sosyalizmi Yeniden Kazanalım” başlıklı mektubu, DEM Parti’nin “Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı” açılışında okundu. Öcalan’ın mektubu, halihazırda devam eden “barışın” içeriğini ve amacını önemli derecede açık etmektedir. Mektubunda hem sosyalizm hedefinden vazgeçmediğini, ona “ciddi” bir sadakatle bağlı olduğunu hem de sosyalizme ulaşmanın ona göre “yeni” bir yolunu bulmak zorunluluğundan hareketle yaptığı çalışmanın sonuçlarını açıklamakta Öcalan. Mektup, onun daha önce de kamuoyuna yansımış fikirlerinin bir özetini içeriyor. Bu fikirlerini Öcalan, birçok kez geniş kitlelere; ama özellikle de kendine bağlı kadrolara ve genel olarak “sol harekete” açıkladı. Bugün “barış” süreciyle birlikte gündeme gelmesi ve “sol içi krizi” aşmak ve devrimci bir odak yaratmak arayışında olanlara yol göstermek niyetiyle ileri sürülmesi bu fikirlerin özel bir değerlendirmesini gerektiriyor.

Mektubunda Öcalan Marksizm ve Marks’ı ayırarak Marks’ın olağandışı yeteneğini, çabasını, katkısını önemsediğini vurguluyor; ama Marksizmin hatalı olduğunu; tarihi sınırlı ele aldığını, diyalektik materyalizmi kabaca kavradığını ya da aşırı uyguladığını ileri sürüyor. Bugün de Marksizmin günümüz dünyasını yorumlamada ve değiştirmede eksik kaldığına dikkat çekiyor.

O, Marksizmin temeli olan diyalektik ve tarihsel materyalizm yönteminin aşılması gerektiğini şu şekilde ifade etmektedir: “(…) klasik diyalektiğin bazı aşırılıklarının aşılması gerekir. Çelişkileri birbirini yok eden uçlar şeklinde değil, birbirini besleyen toplumsal olgular olarak görmek zorundayız. Çünkü komün olmadan devlet, burjuvazi olmadan proletarya olmaz. Dolayısıyla çelişkiyi yok edici bir mantıkla değil, dönüştürücü bir tarihsel perspektifle ele almak gereklidir.”

Çelişkinin Doğası

Diyalektiğin bu kavranışının Öcalan’a özgü olmadığını daha önce açıklamıştık. Bu kavrayış Hegel’de en üst düzeyde gösterilmiştir. Hegel’in bu kavrayışını Marks ve Engels “diyalektiğin baş aşağı” yorumu olarak değerlendirdiler. Biz bunu, diyalektiğin “gerçeği yorumlamakta başarılı; ama değiştirmekte başarısız” yorumu olarak anlıyoruz. Hegel’in, diyalektiği gerçeğe uyguladığında başarılı sonuçlar ürettiğini, “neredeyse materyalist” olduğunu biliyoruz. Lenin’in Hegel’deki bu özelliğe birçok kez rastladığını “Felsefe Defterleri”nde görüyoruz, o rastladığı her defasında buna dikkat çeker. Bu başarılı sonuçların temelinde “çelişki teorisi” vardır. Buna göre bir şeyi kendi çelişkisinden hareketle incelemek o şeyin kavranmasında temel yöntemdir. Öcalan bu yöntemi doğruluyor; ama hemen devamında Hegelci felsefeyi haklı gören şu yorumu yapıyor: “Çelişkiler (…) birbirini besleyen toplumsal olgular”dır, “birbirini yok eden uçlar şeklinde değil”dir…

Oysa birbirini besleyen toplumsal olgular olarak çelişkiler, aynı zamanda birbirini yok eden uçlardan oluşur. Bu sadece toplumsal olguların değil, her şeyin; ama her şeyin özüdür. Birbirini yok etmeden hiçbir çelişki sonsuza kadar süremez. Çelişkilerin nitel değişimi, bir şeyin başka bir şeye dönüşmesi, belirli bir çelişkinin yok olması; ama aynı zamanda başka bir çelişkiye dönüşmesi uçların birbirini yok etmesiyle gerçekleşir. Öcalan “birbirini yok etme” durumunu “birbirini besleyen” durumla karşıtlaştırıp inkâr ederek değişimi reddediyor. Elbette bunu “değişimi reddediyorum” diyerek açıklamıyor; bunu, değişimi “birbirini besleyen uçların birliğini temel almakla” yapıyor. Bu da Marks’tan önce filozofların yaptığı şeyle aynıdır: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar; oysa sorun onu değiştirmektir.” Öcalan “değiştirme” eylemini aşırılık diyerek reddediyor. Ona göre değişim “birbirini besleyen toplumsal olgular olarak çelişkilerin doğasında” zaten gerçekleşecektir. Bu, bir noktaya kadar doğrudur da. Ne var ki bu değişim “uçların birbirini yok etmesiyle gerçekleşir” denmediğinde ya da bu “yok etme” reddedildiğinde aslında “değişim” reddedilmiş olur.

Çelişkin Uçların Hareketi

Marksist bakış açısında diyalektik materyalizm çelişkilerin uçlarını “birbirini besleyen”, “birbirini var eden” olgular olarak görmeyi reddetmez. Aksine bu, diyalektiğin temelidir. “Karşıtların birliği” dediğimiz şey tam da bu özelliğe dikkat çeker. Proletarya burjuvazi olmadan olmaz; artı olmadan eksi, diferansiyel olmadan integral, etki olmadan tepki, pozitif elektrik olmadan negatif elektrik, birleşme olmadan çözülme olmaz. Karşıtların birliği (Hegel’deki ve genel olarak felsefe literatüründeki deyişle karşıtların özdeşliği) doğanın, zihnin ve elbette toplumun da bütün fenomen ve süreçlerindeki çelişkili, birbirlerini karşılıklı olarak dışlayan karşıt yönlerin varlığının kabul edilişidir (keşfedilişidir). Diyalektik, bunun “tam” olarak kavranışıdır.

Karşıtların özdeşliğini, yani biri olmadan diğerinin olmazlığını kabul etmek, aslında karşıt yönlerin birbirini yok etmesini de kabul etmektir. Her nitel gelişme karşıtların birliğinin başka bir birliğe dönüşmesidir; bu da uçlardan birinin diğeri olmadan olamayacağı gerçeğinin bir başka ifadesidir. Şöyle ki, eğer proletarya burjuvazi olmadan olmuyorsa burjuvazi tarih sahnesinden kalktığında proletarya da kalkacaktır, varlığını yitirecektir; bu durumda proletaryanın da burjuvazinin de olmadığı bir topluma doğru değişim gerçekleşmiş olacaktır. “Birbirini besleyen olgular” tezini diyalektik materyalizm “karşıtların birliği” olarak formüle etmiştir. Karşılıklı beslenen ve gelişen uçlar nihayet yok olacaklardır; üstelik bu, birinin diğerini yok etmesi biçiminde gerçekleşecektir. Bir şeyin bu yok oluş anının gerçekleşme biçimi hakkında onlarca, yüzlerce şey söylenebilir. Dış etkenler, koşullar, kendiliğinden olgunlaşma ve çürüme vs. kavramlardan söz edilebilir; ama nihayetinde bunlar uçlardan birinin diğerini yok etmesi ve aynı zamanda kendisinin de yok olmasıyla tanımlanır. Öcalan, birbirini besleyen toplumsal olguların aynı zamanda birbirini yok edecek uçlar olduğunu reddediyor.

O bunu, mücadelesiz, savaşsız, barış içinde bir ortam veya bir zemin adına dile getiriyor. Onun hareket noktası bu. Bu da idealist bir tutumudur; burada o materyalist değildir. “Barış içinde ilerlemek” kavramını temel almak işe gerçek olmayan bir şeyden başlamaktır. Gerçek olan nedir peki? Gerçek olan karşıtların varlığıdır; örneğin devlettir, sınıftır, ulustur, halktır, metadır, pazardır vs. Bunlar gerçektir. Gerçeklerden hareketle işe başlamak materyalizmin temel desturudur. “Barış” gibi soyut bir kavramdan başlamak sübjektif niyeti temel almaktır.

Yeninin/Ezilenlerin Aşırılığı

Peki Öcalan’ın, aşırılıkların aşılmasından kastı nedir? Çelişkin uçların birbirini yok etmesine karşılık gelen bu aşırılık açıktır ki kitlesel devrimci eylemdir. Toplumsal dönüşümlerde bunun karşılık geldiği eylem devrimdir. Elbette burada alelade bir devrim kavramından söz etmiyoruz. Sözünü ettiğimiz, iktidarın bir sınıftan başka bir sınıfa geçtiği toplumsal eylemdir. Öcalan toplumsal süreçlerdeki devrimi aşırılık olarak tanımlayıp bunun aşılması gerektiğine işaret ediyor. Bunu ileri sürerken, burjuva düzenin oluşmasında ve gelişmesinde belirleyici bir role sahip ulus devletin de reddedilmesi gerektiğini savunuyor. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ilkesi de bu yaklaşımla olumsuzlanıyor.

Mektubunda Öcalan, bu temel perspektifle beraber “sosyalizm deneyimleri”, “ulus devlet” ve “demokratik toplum” gibi konuların Marksizmin belirlediği sınırlar “aşılarak” değerlendirilmesi gerektiğini ifade ediyor.

Dikkat çeken Marksizm ve Marks ayrıştırması aslında mektubun tüm içeriğini belirliyor. Bu ayrıştırma tipik “Marks’a rağmen Marksizm” eleştirisini hatırlatıyor ilkin; fakat öyle değil. Öcalan Marks’a yönelik değerlendirmesinde, ona çok temel bir itirazda bulunuyor: çelişki yasasından hareketle yapılan eleştiri komünal toplumun, sınıflı toplum öncesinin bilinmemesine ve oradan da devletin yeterince anlaşılmamasından hareketle çözüm üretmekte tıkanmaya yol açan yaklaşımdan söz ediyor:

“Toplumsal tarihi sadece sınıfla izah etmeye çalışmasının, devlet ve ulus devleti yeterince çözememesinin bedeli ağır sonuçlar doğurmuştur. Tüm bu eleştirileri yaparken Marks’ın emeğine büyük saygı duyduğumu, niyetinden kuşku duymadığımı ve Marksizmi Marks’tan ayrı gördüğümü de eklemek isterim.”

Marks’ın devlet kuramı üzerinde yeterince çalışamadığı, bu konuya yönelik yoğunlaşma planını gerçekleştiremediği, dolayısıyla devlet kuramının temeline ve özüne dair genel belirlemeler dışında devlet hakkında derinlemesine bir yorum yapmadığını biliyoruz. Buna karşın, onun kapitalizm çözümlemesinin temeli olan tarih analizi sınıf mücadelesinin varacağı yere yönelik net belirlemeleri Marksist bir devlet kuramı için bir zemin sunmuştur. Marks’ın Kapital çalışmasının bir bölümü olarak planlanmış Devlet konusu esas olarak Lenin’le çözümlenmiş, Lenin çok kapsamlı tartışmalarla Marksist yaklaşımı bu alanda geliştirmiştir.

Marks’ın Marksizmden ayrı görülmesi bu noktayla ilgilidir. Marks’ın kendisi hatalarını görebilir, düzeltebilirdi. Çünkü onda bunun için yeterli öz güven söz konusudur ve niyeti kuşku götürmezdir. Ne var ki Marks’tan hareketle Marksizmi üreten ve geliştirenler için aynı şey söylenemiyor Öcalan tarafından. Mektupta özel bir saldırı görülmese de biz bu yaklaşımın vardığı yerleri onun başka açıklamalarından ve onun perspektifini dile getirenlerden biliyoruz. Zaten mektupta da Marksizmin temel ilkelerini içeren konulardaki farklı tutum da buna açıklık getiriyor. Kuşkusuz Marksizme yönelik eleştiriler şaşırtıcı ve kabul edilemez değildir. Görüşümüz Marksizmin eleştirilemez olduğu gibi “sabit bir fikre” dayanmıyor. Tam aksine, eleştiri, Marksizmin kendisi, onun özüdür; dolayısıyla Marksist bakış açısından hareketle, kendisi dahil eleştirilemez hiçbir şey yoktur. Marks’ı ve Marksizmi de tarihsel bağlamından hareketle eleştirmek ve onun kurduğu bilimsel bağlamın sonuçta işe yaramadığını iddia etmek açıktır ki bir eleştiridir. Sorun bu eleştirinin niteliğidir. Bu bir aşma, ileri düzeye çıkarma değildir; bu gerici bir eleştiridir. Marks’tan önce de olan ve kuşkusuz Marks’tan sonra da görülen, gelişen ve özellikle de son dönemde etkin olan fikirlere dayanan bir eleştiri söz konusudur. Bu eleştirinin niteliğini biz şöyle tanımlıyoruz: bu, Marksizmin yerine “yeni” bir akım ikame etmektir; onu geliştirmek, daha ileri düzeye çıkarmak değildir: tüm tarihsel gerçekleri, olguları soyut düzlemde belirlenmiş bir fikre göre açıklama gayretidir. Bu gayretin çok fazla alıcısı, takipçisi olacağını öngörmek zor değildir. Çünkü bilimsel düşünme yol ve yöntemleri burjuva toplumlar dünyasında sıradan insanın yabancısı olduğu şeylerdir. İnceleyerek ve sorgulayarak öğrenmekten çok bir şeye inanarak öğrenmek yolu içinde olduğumuz toplumsal yapının bir nevi varlık gerekçesidir. Marks’a ve Marksizme yönelik, mektupta ortaya konan, sözünü ettiğimiz eleştiri teorik düzlemde ve tarihsel olarak defalarca mahkûm olmuştur. Bu nitelikteki eleştiriler tarih biliminden kesin kopuşlarla şekillenmiş ve gerçek yaşamda kullanılabilir olmadığı için de yok olup gitmiştir. Tekrar tekrar gündeme gelmeleri bunların yaşayan, kullanılabilir olmalarından değil; içinde olduğumuz çürümüş ve yok olmakta olan toplumsal düzenin onları “yeni olana karşı” çağırmasındandır.

Öcalan, çok eskilerde de konu edilmiş yaklaşımları “yeni bulgularla” teyit ediyor. Marksizmin özel mülkiyetçi toplumlara, yani sınıflı toplumlara geçişi temel bir değişim olarak açıkladığı yerde o bundan da eski olan bir köleleştirmeden söz etmektedir.

“Arkeolojik ve antropolojik bulgular, erkek avcı kastlarının geliştirdikleri öldürme teknikleriyle kadın merkezli klan topluluklarını bastırıp köleleştirdiğini göstermektedir. Bu, insanlık tarihindeki en köklü yarılmadır. Aynı zamanda uygarlığın tüm sonraki gelişimini belirleyen büyük bir karşı-devrimdir.”

Bu tez, Marksizmden çok farklı bir düşünceye işaret eder. Sadece Marksizmden farklı bir düşünce değil tarihsel materyalizme de aykırı bir tez söz konusu. Köleleştirmenin bir nedeni olmalıdır. Özel mülkiyet içermeyen, çalıştırmayı, kendi işini yaptırmayı ve üretilene el koymayı içermeyen bir köleleştirmeden söz edildiğine göre, Öcalan’ın konu ettiği köleleştirmenin yolunu açan amaç nedir? Üstelik bu henüz teorik bir tartışmadır. Özel mülkiyetten önce toplumsal üretimin gelişmesinde geçilen aşamalar hakkında Öcalan’ın sözünü ettiği bulgular söz konusu değildir. “Erkek avcı kastlarının, öldürme tekniklerini geliştirerek kadın merkezli toplulukları bastırıp köleleştirmesi” Öcalan’ın ya da bu fikri ileri süren başkalarının salt fikridir. Bunu doğrulayan bir bulgu olmadığı gibi, köleleştirme kavramı da burada açılımsızdır.

“Kapitalizmin 16. yüzyılda ‘gökten inmediğini’, köklerinin Aşağı Mezopotamya’daki 10–12 bin yıllık uygarlık evrimine uzandığını bilmek önemlidir. Göbeklitepe ve Karahantepe gibi merkezler bu tarihsel başlangıcı aydınlatmaktadır. Bu nedenle mevcut uygarlık sistemini ‘Kastik toplumsal katil sistemi’ olarak tanımlamayı daha doğru buluyorum.” Burada vurgulanan merkezlerin nasıl bir topluma işaret ettiğini açıklamak için “bulgu” yoktur. Buraların nasıl bir toplanma merkezi olduğu dahi tartışılırken ya da çözümlenmemişken “uygarlık başlangıcından” söz etmek abartılı, bulgulara dayanmayan bir yorum olacaktır.

Söz konusu dönemlerde insan topluluklarının olmadığı ya da insanların bir biçimde “topluluk halinde” yaşamadığı iddiası zaten olmamışken “uygarlığı” bu döneme taşımak olağandışı bir iş yapmayı içermez. Elbette uygarlık farklı toplumsal kesitlerle de açıklanabilir, eski toplumların yaşayışı hakkındaki bilgimiz derinleştikçe uygarlığın kaynakları ve gelişim biçimleri üzerine de yorumlarımız artabilir. Bunun Marks ve Engels’in referans verdikleri Henry Morgan’ın şu tezini çürüttüğü ileri sürülebilir mi peki: “… Toplum çıkarları, özel çıkarlardan kesenkes daha önemlidir ve bunların adil ve uyumlu bir ilişki içine konmaları gerekir. Eğer ilerleme, geçmişin yasası olmuş olduğu gibi, geleceğin de yasası kalacaksa, alelade servet avcılığı, insanlığın değişmez alınyazısı değildir. Uygarlık sabahından beri geçen zaman, insanlığın geçmiş varlığının çok küçük bir parçasından, insanlığın önünde olan zamanın çok küçük bir parçasından başka bir şey değildir. Toplumun yıkılması, tek amacın zenginlik olduğu bir tarih döneminin sonu olarak, tehdit edici bir biçimde önümüzde dikiliyor; çünkü böyle bir dönem, kendi yıkılış öğelerini, kendi içinde saklar. Yönetimde demokrasi, toplumda kardeşlik, haklarda eşitlik, genel eğitim, toplumun gelecekteki yüksek aşamasının başlangıcını gösterecekler; deney, akıl ve bilim, durmadan buna çalışıyor. Bu, antik genslerdeki özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin, yeniden ama üstün bir biçim altında canlanışı olacak.” (Morgan, Ancient Society, s. 552).

Öcalan’ın eleştirisi Marksizmde bu tezin olmadığı ya da Marksizmin “uygarlık” hakkında salt bir olumlama gördüğü iddiasıyla sakattır. “Uygarlık” tanımı insanlığın ilkel yaşamdan daha ileri bir yaşama geçişini tarif eder. Bunun salt olumlu olduğu görüşü de bunun salt olumsuz olduğu görüşü gibi bir sabit fikirdir. Örneğin “vasiyetname kurumunun” işlevini açıklarken Engels şunları yazmıştır:

“Bu örgütlenmeyi temel olarak alan uygarlık, eski gentilice toplumun [yapmaya -ç.] hiçbir zaman yetenekli olmadığı çok şeyler yaptı. Ama bunları, insandaki en iğrenç içgüdü ve tutkuları harekete getirerek ve bu iğrenç içgüdü ve tutkuları, insanın bütün öbür yetenekleri zararına geliştirerek yaptı. Uygarlığın ruhu, ilk gününden günümüze kadar, yalınkat bir açgözlülük oldu; onun tek ereği, zenginlik, gene zenginlik ve hep zenginliktir; ama toplumun zenginliği değil, şu bayağı bireyin zenginliği. Her rastlantı sonucu bilimin artan gelişmesi ve çeşitli dönemlerde, sanatın en göz kamaştırıcı çağları, uygarlık içinde görüldüyse bunun tek nedeni, bilim ve sanat olmaksızın zamanımız zenginliklerinin tamamen elde edilmesinin olanaklı olmamasıdır.”

Ya da Marks “ Makine, kredi, vb. kadar, doğrudan kölelik de, burjuva sanayiinin eksenidir. Kölelik olmadan pamuk olmaz; pamuk olmadan modern sanayi olmaz. Sömürgelere değerlerini kazandıran kölelik olmuştur; dünya ticaretini yaratan kölelik olmuştur ve büyük sanayinin önkoşulu da dünya ticaretidir. Demek ki kölelik, son derece büyük öneme sahip bir ekonomik kategoridir.” derken, temelde kapitalizme karşı mücadelede kölelerin kurtuluşunun ya da kölelik karşıtı mücadelenin önemine dikkat çekiyordu. Marks ve Engels için, genel olarak da Marksizm için uygarlık salt bir olumluluk değildir. Toplumsal ihtiyaçların karşılanmasına karşılık veren gelişmeler uygarlığı doğurmuştur ve tüm günahlarıyla uygarlık, eski toplumdan “daha işlevli” olabildiği için üstün gelmiştir. Onun bu üstünlüğü geçicidir, o da eskimiştir ve aşılacaktır. Henry Morgan’ın Engels tarafından alıntılanan cümleleri bu tezi içeriyor.

Demek ki Öcalan’ın sözünü ettiği türden bir salt olumlama söz konusu değil; aynı zamanda tarihi sadece sınıf mücadelesinden ibaret görmek de söz konusu değil. Buna karşın “yorum” çok başka.

Sorun şu ki Öcalan sözünü ettiğimiz çalışmaları ya görmezden geliyor ya da yokmuş gibi tartışıyor. Bunun nedenini, açıklamadığı için bilmiyoruz. Ama bildiğimiz şu gerçeklik var. Sınıf mücadelesini reddetmeseler de birçok burjuva akım başka toplumsal çelişmeleri öne çıkararak sınıf mücadelesinin önemini örten tutumlar izledi. Bunların ortak noktası “proletarya diktatörlüğünü” ve bu diktatörlüğe giden tüm yolları reddetmeleridir.

Marks ve Keşfi

Marks’ın tüm çalışma ve fikirleri, mevcut toplumsal mücadelenin içinde filizlenip gelişmiştir; onun fikirlerinde tarih, materyalist bir bakış açısından ve diyalektik ilişki içinde yorumlanarak ortaya konmuştur. Belki de tam da bu nedenle Marks “sınıflar ve sınıflar mücadelesi” gibi buluşların kendisine ait olmadığını, bunların kendisinden önce keşfedildiğini söyler. O, aslında tarihin geldiği noktanın da bir ürünü olduğunu bilerek, kendi buluşu hakkındaki “abartılı” yorumlarla arasına bir mesafe koyar. Kuşkusuz bu gerçeklik, onun buluşunun sıradan olduğu anlamına gelmez. Aksine sınıflar mücadelesinin yol açtığı sonuçlar ve gideceği yerle ilgili görüşleri Marks’ın yeni bir bilim sahası yaratmasına neden olmuştur. O zamandan beri tarih, dağınık bilgiler yığını değildir, belli yasaların işlediği bir toplumsal harekettir.

Marks, Weydemeyer’e yazdığı mektupta “Tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir” tespitini açıklayarak, sınıfları kendisinin keşfetmediğini ve kendisinden önce de sınıflara dair açıklamalar olduğunu vurgular. Ama sınıfların toplumsal gelişmenin belirli evrelerine ait olduklarını ve sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götüreceğini ilk kez Marks söylemiştir.

“Bana gelince, modern toplumdaki sınıfların varlığını ya da aralarındaki mücadeleyi keşfetme onuru bana ait değildir. Benden çok önce, burjuva tarihçiler bu sınıf mücadelesinin tarihsel gelişimini anlatmışlar ve burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini dile getirmişlerdir. Benim yeni olarak yaptığım şunları göstermek olmuştur:

“1. Sınıfların varlığı, sadece, üretimin belirli tarihsel gelişme aşamalarıyla bağlıdır.

“2. Sınıf mücadelesi zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürür.

“3. Bizatihi bu diktatörlük, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişten ibarettir.” Marks’ın Weydermeyer’e 1852 tarihli mektubundan)

Tam da Öcalan’ın “aşırılık” dediği yerde Marks’ın bu buluşu vardır. Marks’ta vuku bulan da sınıflı toplumlarda “birin ikiye bölünmesi” ya da “birbirini yok edecek karşıt sınıfların” diyalektik ele alınışıdır. Reddedilen, aşırılık denen şey neredeyse Marksizmin kendisidir. Ne adına yapılmaktadır peki bu? Uzlaşmanın, birbirini besleyen uçlar teorisine bağlı olarak barışın tesisi için.

Öcalan, mektubunda toplum ve toplumsallığın analizini “Sistem karşıtı güçlerin, tarihsel materyalizmi insan toplumunun gerçekliğine uygun biçimde yeniden ele alması gerekir” diyerek şöyle sürdürmektedir:

“Kapitalizmin 16. yüzyılda ‘gökten inmediğini’, köklerinin Aşağı Mezopotamya’daki 10–12 bin yıllık uygarlık evrimine uzandığını bilmek önemlidir. (…) Bu nedenle mevcut uygarlık sistemini ‘kastik toplumsal katil sistemi’ olarak tanımlamayı daha doğru buluyorum.”

Sanırız kapitalizmin “gökten inmediğini” söylemek Marks ve Marksizme yönelik en uygunsuz eleştiri içeriği olmuştur. Tamamen materyalist ve diyalektik yöntemle kaleme alınmış, çok kapsamlı bir incelemenin ürünü olarak detaylı Kapital orta yerde dururken Marksizme bir eleştiri olarak “kapitalizm gökten inmedi, insanlığın 10-12 bin yıllık evriminin ürünüdür” demek şaşırtıcı derecede ironiktir. Marks’ın incelemesi elbette tüm bir tarih anlatısı değildir; zaten onun düşün dünyası da baştan böyle bir anlatıya göre işlemez. O, somut olarak, belirli bir dönemdeki toplumsal yapının ekonomi politiğini inceler. Bunu yaparken onun tarihini ortaya çıkarır. Yani onun elinde başlarken somut bir gerçeklik vardır: metalar yığını olarak görünen kapitalist servet. Servet ya da zenginlik sadece kapitalizmde yoktur, eski toplumsal düzenlerde de servet vardır. Çok daha erken yazılmış çalışmalarını içeren Grundrisse’de Marks bu servetten söz eder. Ne var ki onun Kapital’de konu ettiği şey kapitalizme ait olan servettir. Servet için söylenenler, Öcalan’ın pek de ilgi göstermediği anlaşılan Marksizmin gelişiminde dikkat çekicidir:

“Aslında Servet, dar burjuva biçiminden sıyrıldığında, evrensel değişim sayesinde yaratılan insan ihtiyaçlarının, kapasitelerinin, zevklerinin, üretici güçlerinin evrenselliğinden başka nedir ki? İnsanın, doğa güçleri, insanlığın kendi doğasının olduğu kadar doğa denilen şeyin de güçleri üzerindeki egemenliğinin tam gelişmesinden başka nedir ki? Bu gelişmenin bütünlüğünü oluşturan, önceki tarihsel gelişmeden başka bir ön varsayım gerektirmeksizin insanın yaratıcı potansiyellerinin mutlak gelişiminden, yani önceden belirlenmiş bir ölçü ile ölçülmeyen, kendinde bir amaç olarak bütün insanî güçlerin gelişiminden başka nedir ki? İnsanın tek bir belirlilik içinde kendisini üretmesi değil de kendi bütünlüğünü üretmesinden başka nedir ki? İnsanın, olduğu şey olarak kalmak için uğraşmayıp, mutlak bir oluş hareketi içinde olmasından başka nedir ki? (…)” (Marks, Grundrisse)

Bahsekonu tüm zenginlik aslında toplumsaldır, kolektif tarafından üretilmektedir; oysa belli bir azınlık tarafından yönetilmektedir. Marks bunun uzunca bir tarihinin olduğunun bilincinde olmayabilir mi? “Gökten inmeyen kapitalizmin” nihayetinde bu zenginliğin ürünü ya da sonucu olduğu açık değil mi? Bu da salt ekonomi değildir, aynı zamanda sanattır, kültürdür, edebiyattır, inançtır vs. Kapitalizmde ise bu, aynı zamanda başka bir şeydir; devasa ve bitmeyen bir meta yığınıdır. Tam da bu nedenle Marks’ın Kapital’i, servet halinde birikmiş meta yığınının birimi olan metaı incelemekle başlar.

Öcalan bu konuda bilgi sahibi değilmiş gibi hareket ediyor. Kapitalizmi inceleyerek bütün bir tarihi kavramak Marks’ın hareket tarzıdır. Bu nedenle Kapital bitmiş bir çalışma değildir. Tarih sahasına atılmış bir ilk, ama büyük adımdır. Onun devamı da gelmiştir. Kuşkusuz daha alınacak uzunca bir yol vardır; hem geçmişe doğru hem de geleceğe…

Ekonominin Konumu Hakkında

 Ve mektupta Marks’a hitaben şu ifade kullanılıyor:

“Toplumsal tarihi sadece sınıfla izah etmeye çalışmasının, devlet ve ulus devleti yeterince çözememesinin bedeli ağır sonuçlar doğurmuştur.”

Öcalan toplumsal tarihin yeni bir analizi için, diyalektik materyalizmin yöntem olarak farklı bir biçimde ele alınması gerektiğini ifade etmektedir. Tarihin ancak bu şekilde açıklığa kavuşacağına inanmaktadır. Fakat materyalizm ve diyalektiği birbirinden ayrıştırarak tarih yorumu yapıldığında, tam da burjuvazinin istediği veya beklediği idealist toplumsal analizlere zemin hazırlanmış olmaktadır.

Toplumsal yapılar da, doğadaki yapılar gibi birer maddi olgudur. Maddi olana vakıf olmak ise evrimsel ve devrimsel gelişimi analiz etmektir. Yani olgunun temel öğelerini ortaya koyarak diyalektik ilişkisini açığa çıkarmaktır.

Toplumu bir araya getiren unsurların biyolojik varlıklar olduğu hakikati, bunların kendi varlık süreçlerini sürdürme zorunluluğundan doğan ilişkilerle şekillenir. Yani tüm toplumsal hayat insanların maddi yaşamlarını üretirken kurdukları zorunlu ilişkilerin bütünüdür. Bu, toplumsal yapıların özü ve temelidir. Netice itibariyle diyalektik olarak bu ilişkiler, toplumun yeniden üretimini koşullandıran üretim ilişkilerine tekabül eder. İlkel komünal toplumun köleciliğe dönüşmesi sürecini bu maddi üretim ilişkilerinin dışında, ataerkillik vb. olgularla açıklamak neden–sonuç ilişkisini tahrip etmektir. Öcalan’ın diyalektik yorumu, Marks’ın diyalektiğini ters yüz etmekte, onu baş aşağı getirmektedir.

Toplumsal yapıların analizi Marksist diyalektik materyalizm ışığında yapılmadığında, toplumsal yeniden üretim ve bu üretimi koşullandıran toplumsal ilişkiler incelenmediğinde herhangi bir toplumsal formasyon aydınlatılamaz ve yeni bir formasyona geçme kudretine erişilemez. Temel tez budur… Ancak belirtmek gerekir ki Marksizm, hiçbir zaman temel belirleyici altyapı ilişkilerinden doğan üstyapı ilişkilerinin belirleyici roller oynayabileceğini inkâr etmemiştir. Nitekim Engels, Joseph Bloch’a yazdığı mektupta şu ifadeleri kullanmıştır:

“Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken, son kertede gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marks da ben de bundan daha çoğunu hiçbir zaman ileri sürmedik. (…) Tarihimizi biz kendimiz yaparız; ama her şeyden önce çok belirlenmiş öncüller ve koşullar içinde. Bunlar arasında en sonunda belirleyici olanlar ekonomik koşullardır. Ama siyasal olanlar vb., ve hatta insanların beyinlerine musallat olan gelenekler bile kesin belirleyici olmasalar da bir rol oynarlar.”
(Joseph Bloch’a Mektup, 21–22 Eylül 1890)

Engels, aynı mektupta genç kuşak Marksistlerin üstyapıyı küçümsemesine atıfla, “Gençlerin bazen ekonomik yanı ona uygun olandan daha çok vurgulamaları olgusundan Marks’la benim de kısmen sorumlu tutulmamız gerekir” diyerek tek yanlı yaklaşımları eleştirmiştir. Engels’in konu ettiği sorumluluk, bakış açılarından ileri gelen bir sorumluluk değildir; çalışmalarının ilk aşamasının, aslında kaçınılmaz da olan bir sonucundan söz edilmelidir. Kapital’in bir ekonomi politik kitabı olduğu bilgisi nihayetinde cehalet içerir. Çünkü kitap, ekonomi politiğin eleştirisidir ve ekonomi politikten çok fazlasıdır. Bir ideolojik silahtır, bir proleter isyanın teorisidir, tüm bir tarihin kavranmasıyla girilecek yolun aydınlatılmasıdır. Bunların hiçbiri Kapital’de açıklanmaz. Buna rağmen biz biliyoruz ki Kapital bu amaçlarla yazıldı. Avrupa’da bir devrim beklerken Marks, Kapital’i hazırlamaya girişmedi; o devrime önderlik etme yolunda yürüdü. Kapital bu sürecin tamamlanmasından sonra ihtiyaç duyulan teoriyi yaratmak üzere yazıldı. Bu, Engels’in sözünü ettiği sorumluluğun nasıl bir sorumluluk olduğunu açıklar.

Abdullah Öcalan ise Marksizm eleştirisini, tam 135 yıl sonra, aynı tek yanlı ve sığ okuma üzerinden yeniden üretmektedir. Bu yaklaşım, Marks’ı, Marksizmi ve Marksizmin tarihsel gelişimini kavramadığını açıkça göstermektedir.

Düzülmüş Kervana Katılmak

21. yüzyılın ilk çeyreği kapanırken, sosyalizm ve devrimci mücadelelerin bıraktığı miras ışığında yapılan değerlendirme ve eleştirilerin çoğu, Marksizmin yanlışlanmasını amaçladı. Burjuvazinin çok geniş bir yelpaze içinde yer alan çeşitli platformlarından gelen bu, bilimsel olmak kaygısı gütmeyen, “ön yargılı” eleştiriler birçok kez yanıtlanmış olsa da sürdü. Bu eleştirilerin temelinde toplumsal formasyonların bir düşün meselesi olarak kavranması vardır. İdealist dediğimiz bu özellik Marks tarafından aydınlatılan kapitalist üretim tarzını ve bütün kapitalist toplumu “olması gereken” gibi göstermekle suçlamakta. “Olması gereken” toplum, içinde olduğumuz toplumsal sürecin gerçekliğinde değerlendirilmesi gerektiğini bu ön yargı ihmal ediyor.

Oysa toplumsal formasyonların ortaya çıkışı ve hegemonya kurması, başlı başına somut koşulların bunu mümkün kılması ve pratik edinim yetisini kazandıran bilinç düzeyinde gizlidir. Gerek feodalizm gerekse kapitalizm, tarih sahnesinde verili koşulların somutlaştığı noktada varlığını tesis etmiştir. Bu durum kapitalizm açısından bakıldığında, 12. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar süren kesintisiz bir mücadele tarihidir. Burjuvazinin tarih sahnesinde yer edinmesi ve egemenliği, asırlara varan kanlı yenilgi ve zaferlerin izleriyle doludur. Feodal imparatorlukların tesisi de benzer izlere sahiptir. Bu formasyonların uzun süreli egemenlikleriyle kıyaslandığında sosyalizm için söylenenler kesinlikle ön yargılıdır.

Bugün Marksizm kısa süreli sosyalist ve demokratik devrim deneyimlerden hareketle eleştirilmektedir. Oysa bir ileri aşamayı içeren toplumsal yapılar tarih sahnesinde bir defa boy gösterdiklerinde uzun süren bir sürecin sonucunda; ama kaçınılmaz olarak hâkimiyet de kurmuşlardır. Yenilgileri, gerilemeleri geçici olmuştur. Ayrıca sosyalizmi, komünizme bir geçiş aşaması olarak görmeyip dört başı mamur bir toplumsal formasyon olarak ele almak başlı başına bir hatadır.

Bugün Öcalan ve sosyalizm üzerinden Marksizmi eleştirenlerin sergilediği tutum böyledir. Bu sebeple sosyalizm yerine “demokratik toplum” gibi anarşizm, ütopik sosyalizm, Kautskycilik ve postmodernizmden tezler barındıran ve hepsinin bir karması olan savlar ortaya atılmaktadır.

Sosyalizmin pratiğinde hatalar da söz konusudur ve bunlar kaçınılmazdır. İktidar deneyimi sınırlı olan proletaryadan “neden iktidarını koruyamadın” diye hesap sormak bu noktada küstahlıktır.  Zira her yeni toplumsal formasyon, eskinin izlerini bağrında taşır. Sosyalizm gibi geniş bir coğrafyaya tam yayılamayan toplumsal formasyonlar, aynı zamanda eski toplumsal ilişkilerle sınıf mücadelesini devam ettirmek zorundadır. Mao Zedong’un Çin’de, sosyalizm koşullarında başlattığı “Büyük Proleter Kültür Devrimi”, bu düzeydeki sınıf mücadelesinin en yetkin ve en ileri örneğidir.

Sosyalizm Deneyimi ve Kautsky Rehberliği

Abdullah Öcalan’ın sosyalist deneyimlerden çıkardığı sonuç, devrim yoluyla sosyalizmi ve gene devrim yoluyla sosyalizmi inşayı, sürdürmeyi reddetmek şeklindedir. Sosyalizmi var eden tüm ilke ve temeller reddedilerek, içi boşaltılmış, sadece retorik olan bir sosyalizm savunusu oluşturulmaktadır. Üstelik tarihte bu tür yaklaşımların mucidi de kendisi değildir. Abdullah Öcalan bu konuda Kautsky’nin perspektifinden fazlasıyla faydalanmaktadır. Tarihsel süreç içinde ilginç olan yan ise, dayandığı teorinin 100 yıldan fazla geçmişi olmasına rağmen ve hiçbir başarı elde etmemesine rağmen ona sıkıca sarılıp Marksizmin temellerini tarihsel süreçte “yanlış” kategorisine indirmesidir.

Öcalan, sosyalizmin başarısızlığını şöyle ifade etmektedir:

“Bu çerçevede komün-devlet ve sınıf-devlet diyalektiğinin güncellenmesi zorunludur. 20. yüzyıl reel sosyalizminin başarısızlığı da bu tarihsel diyalektiğin doğru okunamamasından kaynaklanmıştır: Devletçi sosyalizm devleti ele geçirirken, sonunda devlete yenilmiştir. Ulusların kaderini tayin hakkını ulus devlete bağlayarak da burjuva politikalarının sınırlarına sıkışmıştır. ‘Proleter ulus devlet’ kavramı da devletçi zihniyetin yeniden üretiminden başka bir sonuç yaratmamıştır.”

Kavramlar muğlak, anlamsız, yersiz ve içeriksizdir. “Devletçi sosyalizmin devleti ele geçirmesi”nden kasıt nedir, anlaşılmamaktadır. Ancak sosyalist devletlerin, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkiye dayanarak, engelleyici eski üretim ilişkilerini alt edip proletaryanın ya da halkın politik iktidarı ele geçirdiği yepyeni bir devlet sistemi kurduğu açıktır. Devletin ise sınıfsız bir toplum hedefi doğrultusunda bir amaç değil, sönümlenecek bir araç olduğu da açıktır. Ancak sönümlenme sürecinin uzun süreli bir iktidarı ya da devleti şart koştuğu da ortadadır.

Yani proletarya ile burjuvazinin tarihsel bir kategori olarak sonsuza kadar zıtlar biçiminde var olmayacağı, proletaryanın tarihin en devrimci sınıfı olarak zıddını yok ederken kendi varlığını da sonlandıran bir toplumsal evreyi hedeflediği bir geçiş süreci söz konusudur. Bu eksende inşa edilen sosyalist deneyimlerin birçok yanlışa ve hataya düştüğü açıktır. Bunlardan ilki, sosyalizmde sınıf mücadelesinin varlığının kabul edilmesindeki kavrayış eksikliğidir. İkincisi, toplumsal gelişmeyi üretici güçlerin geliştirilmesine bağlamaktır. Üçüncüsü, kitlelerin politik özne olma noktasındaki belirleyiciliğine uygun biçimde sosyalizm altında devrimler örgütleyememektir. Dördüncüsü ise devleti güçlendirirken, aynı zamanda onun hiyerarşiye ve egemenliğe dayalı biçiminin; halk ile yönetici kademeler, kafa ile kol emeği, altyapı ile üstyapı arasında oluşturduğu çelişkileri ideolojik-politik bilinç olarak sönümlendirmeyi de içeren bir süreç olarak ele almamaktır.

Sosyalizm deneyimlerinin toplamında ortaya çıkan sorunlara dair Mao yoldaşın çıkardığı dersler, sosyalizmde geri dönüşler dahil birçok noktayı açıklamaktadır. Öcalan, hiç kuşkusuz sosyalist deneyimlerin sorunlarını kavramada, Rus sosyal-emperyalizminin maskesini indirmesiyle bir “aydınlanma” yaşamıştır. Ancak bu aydınlanmada yalnız değildir. Bu aydınlanma, sonuçlardan hareketle sosyalizmin temel ilkelerinin reddedilmesi gerektiği sonucuna varan geniş bir dalgayı kapsamaktadır. Kapitalist sistemin “iyileştirilmesi” yolunda orak-çekiçli bayraklar terk edilmiş, proletarya diktatörlüğü arkaik ilan edilmiş, bürokratik ve katı disiplinli anlayışlar yerini liberalizme bırakmıştır.

Oysa sosyalizmin en parlak, en ihtişamlı döneminde Başkan Mao, sosyalist deneyimlerden dersler çıkararak sosyalizmin inşasını devleti sönümlendirerek komünizme taşımaya odaklanıyordu. Devleti kutsallaştırmak yerine kitleleri özgürleştirmeyi, politik özne hâline getirmeyi ve iktidarı sönümlenmenin bir aracına dönüştürmeyi hedefliyordu. Bu açıdan Öcalan’ın vardığı sonuçlar hem gecikmiş hem de dönek Kautsky’ye dönüşü içermektedir.

(devam edecek)

Tags: Abdullah ÖcalanMarkssosyalizm
ShareTweetSendShareScanSend
Önceki Yazı

Ankara’da bir kadın evine gelen polis tarafından taciz edildi

Sonraki Yazı

Pertek Belediyesi 350 dönümlük araziyi GES kurulması için kiraya verdi

Related Posts

KOLEKTİF DOĞRULTU

Dogmalar ve Devrim: “Dogmatik Sol” Eleştirilerine Yanıt

15 Aralık 2025
KOLEKTİF DOĞRULTU

“Sosyalist Strateji” veya “Sosyalizm Yeniden” Tartışmaları Üzerine: Nereden Ne Beklenmeli

2 Aralık 2025
KOLEKTİF DOĞRULTU

Barış Sürecinin Gerçekliği: Emperyalizmle Buluşmak

15 Ekim 2025
KOLEKTİF DOĞRULTU

Baskılanan Gerçek En Güçlü Patlayıcıdır

10 Ekim 2025
Güncel

In the Path To Peace, Antagonism Is Fundamental, Compromises Are Collateral

21 Eylül 2025
Güncel

Barış Yolunda Uzlaşmazlık Esas, Uzlaşmalar Talidir

21 Eylül 2025
Sonraki Yazı
Pertek

Pertek Belediyesi 350 dönümlük araziyi GES kurulması için kiraya verdi

Hakkımızda

Yeni Demokrasi’de yer alan yazı, fotoğraf ve haberler kaynak gösterilmek şartıyla kullanılabilir.
Yeni Demokrasi; işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin, geleceksiz bırakılan gençliğin, devrimci tutsakların ve devrimci basının sesidir.

İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz: yenidemokrasigazetesi@gmail.com

2024 Yeni Demokrasi – Yeni Demokrasi’de yer alan yazı, fotoğraf ve haberler kaynak gösterilmek şartıyla kullanılabilir.
Yeni Demokrasi | işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin, geleceksiz bırakılan gençliğin, devrimci tutsakların ve devrimci basının sesidir.

İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz: yenidemokrasigazetesi@gmail.com

  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
  • Tüm Haberler

Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
    • ANALİZ
    • ANI – ANLATI
    • BİLİM
    • ÇEVİRİ
    • İZLENİM
    • KADIN
    • KOLEKTİF DOĞRULTU
    • MAKALE
    • MEŞA AZADÎ
    • POLİTİK – GÜNDEM
    • TARİHSEL BELLEK
  • Tüm Haberler

Copyleft 2020, dizayn yeni demokrasi
İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz:yenidemokrasigazetesi@gmail.com