7 Eylül, Pazar
Yeni Demokrasi Gazetesi
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
    • ANALİZ
    • ANI – ANLATI
    • BİLİM
    • ÇEVİRİ
    • İZLENİM
    • KADIN
    • KOLEKTİF DOĞRULTU
    • MAKALE
    • MEŞA AZADÎ
    • POLİTİK – GÜNDEM
    • TARİHSEL BELLEK
  • Tüm Haberler
Yeni Demokrasi Gazetesi
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle

Anasayfa » Toplumcu Bakış Açısının Güncel Geçerliliği ve Zorunluluğu

Toplumcu Bakış Açısının Güncel Geçerliliği ve Zorunluluğu

4 Ağustos 2025
içinde KOLEKTİF DOĞRULTU, Yazılar
Facebook'ta PaylaşX'te PaylaşWhatsappTelegram
Google Haberler Google Haberler Google Haberler
ADVERTISEMENT

Toplumcu bakış açısının tarihselliği ve bilimsel niteliği üzerinden, burjuva kesimler arasındaki kutuplaşmalarda taraf olmanın genellikle proletaryanın çıkarlarından uzaklaşmak anlamına geldiğini açıklamıştık. Bu yazımızda ise toplumcu bakış açısının belki doğrudan değil ama yerine ikame edilen fikirler aracılığıyla nasıl reddedildiği üzerinde duracağız.

Bu fikirlerin, özellikle ulusalcılığa ve ulus-devlet anlayışına; aynı zamanda emperyalizm ve faşizm karşısında başarısız kalan farklı yaklaşımlara karşı geliştirilen “haklı” argümanlar ve eleştirilerle desteklendiğini görüyoruz. Ancak buradan hareketle, işçi sınıfının iktidarı, işçi devleti ve sosyalizm; yani doğası gereği iktidar hedefleyen sınıf mücadelesi, bu eleştirilerin yöneldiği yeni hedefler haline gelmektedir. Daha önce de bu akımlardan kaynaklanan eleştirilerin niteliğini ve amacını mahkûm eden değerlendirmeler yayınladık. Ancak bu akımlarla ve içinde bulunduğumuz “belirsizlikler” sürecinin yarattığı hayal kırıklıklarıyla mücadele, kesintisiz ve kararlı bir çabayı gerektiriyor. Son dönemde özellikle öne çıkarılan ve adeta zihinlere zerk edilen birçok fikrin kaynağı olan bu akımlar, temelde karamsarlık yaymaktadır. Ulusçuluk ve sosyalizm gibi “büyük düşüncelerin” başarısız ve geçersiz olduğu inancına yaslanmakta; ayrıntılardaki kimi “haklılıklar” üzerinden aldatıcı bir meşruiyet kazanmaktadır. Edindikleri meşruiyetin emperyalizm ve faşizm karşısındaki yetersizliklerinden ötürü bir anlamı olmaması kitleselleşmelerini, kitleler nezdinde güven kazanmalarını engellemektedir. 

“Büyük fikirlerin” yerine “kimlik”, “yerellik” ve “bireysel başarı” gibi toplumun alt birimlerini temel alan; bu birimlere uygun politikalar geliştiren ve faaliyetlerini bu alanlarla sınırlayan anlayışlar, değişimin gerçek kaynağının da bu alt birimler olduğu iddiasına dayanmaktadır. Ancak bu iddianın gerçekleşme ihtimali yoktur ve sonuçta bu anlayışlar, kaçınılmaz bir hayal kırıklığına zemin hazırlamaktadır. Günümüzün devasa sorunları karşısında toplumları gerçek bir dönüşüme götürecek yanıtları üretmekten acizdirler. Bu yetersizlik, bu akımlar için üzerinde durulmayacak, sindirilebilir bir durum olarak görülebilir; ancak toplumlar açısından bu, yıkım, çürüme ve yok oluş tehdidi anlamına gelmektedir.

GERÇEKLİKTEN KOPUŞ

Yakın dönemde sıkça tartıştığımız savaş riski, sözünü ettiğimiz acizliği tüm açıklığıyla ortaya koydu. Kendi bağımsız politik çizgisi olmayan bu akımlar, ya dolaylı biçimde haksız taraflardan birini desteklemeye yöneldiler ya da söyleyebildikleri en ileri söz olarak “savaş karşıtlığı” ile yetindiler. Bu akımlara göre savaş karşıtlığı, savaşın önlenmesi için yeterlidir. Oysa savaşa karar verenlerin gücü, mevcut toplumsal düzende egemen konumda olmalarından kaynaklanır. Bu güç, iktidar aygıtını ellerinde tutmalarına; böylece kitlelerin eğilimini etkisizleştirmelerine, hatta manipüle etmelerine olanak tanır. Savaş riskini, kitlesel bir çoğunluk oluşturarak bertaraf edebileceklerini düşünenler, savaşın “ani” patlak verişi karşısında açık bir acizlik yaşadılar. Gelişmelerin tamamen dışında kaldılar ve “savaş karşıtlığı” söyleminin nasıl da boşlukta kaldığını kendi gözleriyle gördüler. Bu sonuç, onlar açısından kaçınılmazdır. Ne temsil ettiklerini iddia ettikleri alt birimlerin kapsamı daha bütünlüklü bir barış anlayışını taşıyabilecek niteliktedir ne de sahip oldukları dar bakış açısından gerçek bir dünya tahayyülü çıkabilir. Bu durum, onların niyetlerinden ya da insanî değerlere olan samimi bağlılıklarından bağımsız, nesnel bir gerçektir.

Savaşın ciddi bir risk olarak gündeme geldiği koşullarda bu akımların toplumlara gerçek bir çıkış yolu sunamaması, mevcut duruma rıza gösteren bir yaklaşım geliştirmeleri onlar açısından kaçınılmazdır. Böylece toplumlara “ezenlere, sömürenlere, güçlü ve insafsız olana karşı konulamayacağı” düşüncesini benimsetirler. Bu da egemenlere boyun eğmenin “nesnel” bir zorunluluk olduğu inancını yaygınlaştırır. Siyaset, örgütlenme ve mücadele konularında söyleyebilecekleri sınırlıdır; yine de her şeye rağmen gerçeğe denk düşen kimi doğru tespitleri yok değildir. Buradaki eleştirimizin, bu akımların tümüne değil; toplumcu bir kurtuluş ufkunu içermeyen dar sınırlarına yönelik olduğu unutulmamalıdır.

Benzer bir durum ekonomik kriz bağlamında da geçerlidir. Temsil ettikleri toplumsal alt birimler nedeniyle, bu akımların emperyalist ekonomi politikalarına karşı tavırları genellikle, —Lenin’in kullandığı derin kavramla ifade edersek— kendiliğindencidir ve örgütsüz tepkilerle sınırlıdır. Krizin sonuçlarına karşı öfke ve tepki gösterseler de krizin nedenlerine dair yaklaşımları sınıf temelli bir analizden yoksundur. Bu yüzden, sömürüye, talana, yoksulluğa ve emek-yoğun sömürüye dayalı ekonomi politikalarına karşı geliştirdikleri mücadele hattı da son derece yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle, ekonomik alandaki mücadelelerde bu türden akımların adı dahi anılmaz. Bu alana ilgisiz kalmaları da onlar açısından çoğu zaman “kaçınılmaz” bir durumdur.

Dolayısıyla gerek savaş tehlikesi gerekse ekonomik krizler, kimlikçi ve yerelci akımların toplumcu perspektifin yerine ikame edilmesinin ne denli yetersiz ve hatta tehlikeli sonuçlar doğurduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Toplumcu bakış açısının ürünü olan büyük düşüncelerin ve anlatıların “belirsizlik” retoriğiyle reddedilmesi ise yalnızca teorik bir mesele değil, doğrudan halkların kaderini etkileyen somut bir sorundur.

Bu açıdan bakıldığında, söz konusu akımları sınıfın genel kurtuluşu sorununa yaklaşımları bakımından sendikalara benzetmek mümkündür. Sendikalar, sınıfın ekonomik talepleri ve hakları konusunda ne kadar güçlü, etkili ve başarılı olurlarsa olsunlar, komünist bir hareketin perspektifine ve dolayısıyla devrimci bir örgütlenmeye sahip olmadıkları sürece, salt bu nedenle burjuva devletini parçalayamaz ve bir işçi sınıfı iktidarı ya da bir işçi devleti kuramazlar. Çünkü sendikalar bir meslek örgütü olarak kitlelerin örgütüdür ve kitle örgütü olarak içinde bulundukları toplumun genel görüşlerinin ötesine geçemezler. Bir devrimin öncüsü olamazlar ve böyle bir misyonu da üstlenmezler. Bu, Lenin’i okumuş her devrimcinin benimsediği yalın bir gerçektir. Bugün, kimi ülkelerde kitlesel ve ekonomik mücadelelerde etkili örnekler bulunsa da sendikalar özellikle yarı sömürge ülkelerde büyük ölçüde parçalanmış durumdadır; bu da onların toplumsal etkisini ciddi biçimde zayıflatmıştır. Bu tablo, yalnızca sendikal mücadeleye dayalı bir hattın, ekonomi alanında dahi anlamlı bir ilerleme sağlayamayacağını göstermektedir. Lenin de bu nedenle, sendikal mücadelenin ötesine geçen ama onunla güçlü bağlar kuran, tümüyle politik bir devrimci mücadelenin zorunluluğunu vurgulamıştır.

Günümüz toplumlarını, özellikle de yeni kuşakları toplumcu düşüncelerden uzaklaştıran akımlara karşı mücadele konusuna dönelim. Bu akımlara karşı mücadelenin sürekliliğinden söz etmemizin nedeni, pratikte bu eğilimlerin yarattığı bir “belirsizlik bulamacı” ile hâlâ yüz yüze olmamızdır. Devrimci hareketle yakınlaşma potansiyeli taşıyan geniş bir kesim, bu belirsizlik iklimine sürüklenmiş durumdadır. Bu tablo karşısında, işçi sınıfı perspektifinden beslenen toplumcu bir bakış açısına işaret etmek ve meseleleri açıklığa kavuşturmak, ertelenemez bir görevdir.

ULUSAL TOPLUMCULUĞUN İDEOLOJİK SINIRLARI

Bu alandaki en etkili güçlerin başında ulusal hareketler gelmektedir. Onları bu denli etkili kılan temel unsur, tarihsel ve köklü mücadele geleneğine dayanmaları ve bir gelecek perspektifi sunabilmeleridir. Ezilen uluslar, “kendi” devletlerine sahip olabileceklerine inanırlar; çünkü bu hem tarihsel bir olgudur hem de burjuva anlamda tanınmış bir hak olarak, mevcut toplumsal değerler açısından meşrudur. Özellikle ülkemizde, ezilen ulus hareketinin “yeni” mücadele anlayışıyla birlikte geliştirdiği çizgi, bu meşruluk ve haklılık zemininde ciddi bir aşınmaya yol açmıştır. Ezilen ulus açısından yaşanan bu “gerileme”, devrimci potansiyele sahip geniş kesimlerde yalnızca bir belirsizlik değil, aynı zamanda onunla iç içe geçmiş derin bir hayal kırıklığı yaratmaktadır. Bunun toplumcu bakış açısından eleştirisini yapmak bu nedenle özellikle önemlidir.

Bu “yeni” mücadele anlayışı, dar da olsa öteden beri savunulan ulusal toplumcu bakış açısından uzaklaşmakla kalmamış; aynı zamanda bu perspektifi doğrudan reddeden bir çizgiye evrilmiştir.  Bu bağlamda, sürecin nasıl bu noktaya doğru ilerlediğine dair yapılan kimi değerlendirmelerde geçen “ideolojik savrulma” tanımının da ne anlama geldiği, bu kopuş dikkate alındığında çok daha net bir biçimde anlaşılacaktır.

Ulusal mücadelelerin perspektifi, Lenin’in de vurguladığı üzere, “ulus-devlet eğilimi”yle doğrudan bağlantılıdır. Lenin, her ulusal harekette bu eğilimin esas olduğunu belirtir; ancak ezilen uluslar açısından bunun meşru bir hak olduğunu da özellikle vurgular. Bu nedenle devrimci proleter hareketin, bu hakkı koşulsuz biçimde tanıması ve savunması gerektiğini savunur.

Bununla birlikte, Lenin bu hakkı tanımakla, onun kullanımına tam destek vermenin aynı şey olmadığını da açıkça belirtir. Bir ulusal hareketin ulus-devlet kurma noktasına gelmesi durumunda, proleter hareketin bu süreci kendi sınıf çıkarları doğrultusunda değerlendirme hakkı olduğunu ifade eder. Dolayısıyla, ezilen bir ulusun gasbedilmiş hakkı geri alındığında ya da bu hak mücadeleyle kazanıldığında, ulusal hareketle proleter hareket arasındaki “doğal” ve koşullu ittifak sona erer. Bu ittifak, yalnızca ulusun kendi devletini kurma hakkının tanınması temelinde şekillenmiştir. Ancak bu aşamadan sonra gündemde olan, bir ulus-devletin inşa sürecidir—ve bu sürece yönelmek, ulusal hareket açısından kaçınılmazdır. Ulusal hareket, burjuva karakteri baskın bir çizgiyle bu hakkı kullanmaya karar verdiğinde, proletaryanın sosyalizm hedefiyle olan çelişki artık açık ve somut hale gelir.

Genel Leninist tez budur. Bu tezi toplumcu bakış açısı bakımından değerlendirelim.

Her şeyden önce, ulusal hareket ile proleter hareketin farklı bakış açılarına sahip olduğunu belirtmek gerekir. Ulusal hareket, ulusal toplumcu bir perspektife dayanırken proleter hareket, sınıfsal toplumcu bir bakış açısına sahiptir. Bu ayrım ideolojik farklılığa da işaret eder.

Ulusal hareket, kimi tarihsel koşullarda devrimci bir rol oynasa da hareket tarzı esas olarak burjuva ideolojisi çerçevesindedir. Ulusal toplumculuk, tarihin belirli bir evresinde –özellikle feodalizmin tasfiye edildiği süreçlerde– devrimci bir içerik taşıyabilir. Ancak bu evre tamamlandığında, yani feodalizmin genel tarihsel düzlemde tasfiye edilmesiyle birlikte, ulusal toplumculuğun devrimci niteliği de sona erer.

Öte yandan, proleter hareketin devrimci içeriği, sınıf mücadelesi sürecinde burjuvazinin ve proletaryanın tarihsel olarak ortadan kalkmasıyla birlikte sona erer. Sınıfsız bir topluma ulaşıldığında, hangi fikir, akım ya da bakış açısının “devrimci” olarak değerlendirileceği başlı başına farklı ve teorik bir sorudur. Dahası, bu sorunun bugün için pratik bir karşılığı bulunmadığından, maddi bir zeminde tartışılması da mümkün değildir.

Ulusal hareketin toplumculuğu, yalnızca ulusal toplumcu bir anlayışla sınırlıdır; bu nedenle devrimci perspektifi de sınırlı kalır. Onun devrimci niteliği, ne proleter olmasıyla ne proleter argümanlar kullanmasıyla ne de programına bir “sosyalizm” tahayyülü eklemesiyle ortaya çıkar. Bu niteliğin kaynağı, esas olarak, ezen ulus burjuvazisine ve genel olarak ezen ulusun egemen sınıflarına karşı yürüttüğü mücadeledir. Ulusal hareket, bu egemenliğe son vermeyi hedeflediği sürece devrimci olarak nitelenebilir; ancak bu hedeften saptığında, devrimci karakterini de yitirir.

Aynı meseleye ulus-devlet inşası açısından bakmak, durumu daha anlaşılır kılacaktır. Bir ulusal hareket, sırf kendi devletini kurma hedefi taşıdığı için değil, bu hedefin özünde — kaçınılmaz biçimde — ezen ulus egemenliğine son verme amacı taşıdığı için devrimcidir. Bu nedenle, ulusal hareketler “kendi devletlerini kurmak amacıyla” yola çıktıklarında, esas olarak bu egemenliği hedef aldıkları sürece devrimci bir nitelik taşırlar.

Ulusal toplumcu bakış açısının sınırını, tam da bu noktada, yani “kendi devletini kurma” hedefiyle çizeriz. Ulusal hareketin proleter hareketle ilişkisi de, genel olarak bu sınır çerçevesinde şekillenir.

Günümüzdeki gelişmeleri değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan temel olgulardan biri, birçok ulusal hareketin “kendi devletini kurma” hedefinden vazgeçmiş olmasıdır. Bu geri çekilme, ulusal toplumcu bakış açısının günümüzdeki sınırlarını açıkça ortaya koymaktadır.

Ulusal hareketler — ve genel olarak küçük burjuva karakterli hareketler de— belirli tarihsel ya da toplumsal koşullarda kitlelerde karşılık bulan devrimci fikirlerle öne çıkabilirler. Ulusal hareket açısından, “bağımsız bir devlet” kurma koşulları mevcut değilse —bu, günümüzün karakteristiğidir— söz konusu hedefin gerçekleşebilmesi için ya emperyalist güçlere ya da varsa eğer güçlü bir proleter dünya hareketine yaslanmaktan başka bir seçenek yoktur.

Bu koşulların şu anda mevcut olmaması, böyle bir hedef uğruna mücadele verilemeyeceği anlamına gelmez elbette. Ancak bu durum, hareketin sınırlarını, yönelimlerini ve devrimci potansiyelini ciddi biçimde etkiler.

Sonuç olarak ulusal hareketlerin “toplumcu bakış açısından” uzaklaşmalarının nedeni sanıldığı gibi bir ideolojik savrulma değildir. Yine, bu uzaklaşma “toplumcu bakış açısının” açmazlarından da kaynaklanmaz. Bu, tamamen ulusal toplumcu bakış açısının açmazlarına ve günümüzdeki çıkmazlarına işaret eder. Sınıf temelli kurtuluş mücadeleleri, maddi olgulara dayanan dinamikleriyle bugün de her şeye rağmen güçlü bir potansiyele sahiptir. Oysa ulus temelli kurtuluş mücadeleleri, doğaları gereği kapitalizmin sınırlarını aşamayacakları için derin bir açmazla karşı karşıyadır. Uzlaşma arayışı, ulus-devlet fikrinin köklü bir eleştirisinden çok, mevcut maddi sınırlılıkların bir sonucudur. Ulusal hareketlerin, çelişki yasasını temel almak yerine birlik ve özdeşliği esas almaları; çatışmanın yerine “birlik”i koymaları ve “esas olanın birlik olduğu” yönündeki savunuları doğrudan bu maddi olgularla ilişkilidir.

Gerçeklik her defasında bu anlayışın tersini ortaya koysa da idealizmin tutunduğu dal her zaman hayaller olmuştur. Bugün “ütopik” dediğimiz yaklaşımların temeli de büyük ölçüde buradan beslenmektedir.

“KENDİ BAŞINA” KURTULUŞUN SINIRLARI

Toplumcu bakış açısının zorunluluğu, onun yokluğunda ortaya çıkan çıkmazlar üzerinden kadın hareketi bakımından da ortaya konabilir ve konmalıdır. Zira kadın hareketi, günümüzün en önemli ve etkili toplumsal hareketlerinden biridir. Aynı zamanda devrimci hareketle doğrudan ilişkisi açısından da özel bir öneme sahiptir.

Kadın hareketi, çoğu zaman “kendi başına” bir akım olarak karşımıza çıkmaktadır. Genel olarak “feminist” olarak tanımlanan bu hareketin açmazı, ulusal harekette olduğu gibi, mücadelesini sınırları belirli bir çelişki çerçevesine hapsetmesidir. Bu çelişkiyi hem en köklü hem de evrensel olarak tanımlaması nedeniyle bu eleştirimize bazıları “öznelci” yaftası yapıştırabilir. Ancak, yukarıda ulusal hareket açısından belirttiğimiz gibi bugün karşı karşıya olduğumuz “büyük bir haksız savaş riski” ve derinleşen ekonomik krizler karşısında kadın hareketinin de politik açmazları söz konusu sınırları açıkça ortaya koymaktadır.

Kadın hareketinin sınırlılığı, çoğu zaman sınıf mücadelesini yadsımasından ya da cinsel kurtuluşu, kadının özgürleşmesini sınıf mücadelesinden bağımsız ele almasından kaynaklanır. Bu sınırlılık, en çok da büyük ve somut pratik sorunlar karşısında kendini açıkça göstermektedir.

Örneğin, kadın hareketi bugünkü savaş riskine karşı nasıl bir strateji geliştirebilir ve bu stratejiyi başarıya ulaştıracak güç nedir? Benzer şekilde, derinleşen ekonomik kriz karşısında nasıl bir gelecek tahayyülü ile mücadele edebilir?

Eğer sosyalizmi –merkezinde sınıf mücadelesi olmak üzere– savunmazsa ve tüm toplumsal çelişkileri sınıf çelişkileri merkezli bir bakışla değerlendirmezse, nasıl bir ekonomi politikası ileri sürebilir? Ekonomiye ve onun politik sonuçlarına karşı mücadeleyi sınıflardan, dolayısıyla sınıf örgütlerinden ve meslek birliklerinden ayırdığında, mücadele nasıl ilerleyebilir?

Feminist hareket, bu ve benzeri sorulara ancak sosyalizme ve sınıf mücadelesine yöneldikçe yanıt verebilir ve bu yönelimi ölçüsünde etkili olabilir. Bu da onun “kendi başına” bir hareket olamayacağını, toplumsal çelişkilerin bütününü kuşatan evrensel bir bakış açısı sunamayacağını gösterir. Benzeri nitelikteki tüm akımları bu somut olgulardan hareketle değerlendirmek mümkündür.

Bu tartışma, somut toplumsal olgular ve güncel pratik sorunlar üzerinden yürütüldüğünde; sınıf bakış açısının, sosyalizm için mücadelenin ve elbette Marksist-Leninist-Maoist temeldeki devrimci hareketin zorunluluğu, kapsayıcılığı ve başarıya muktedirliği daha açık biçimde anlaşılacaktır.

Tags: Kolektif Doğrultutoplumcu bakış
ShareTweetSendShareScanSend
Önceki Yazı

Anestezi gazı üreten fabrikada patlama: 2 işçi hayatını kaybetti

Sonraki Yazı

Topağacı Mahallesi halkı belediye önünde: “Sessiz kalmayacağız”

Related Posts

Yazılar

Siyasî Tutsaklara Özgürlük

4 Eylül 2025
Yazılar

İşçinin Görevi: Sendikal Yozlaşmayı Aşmak

3 Eylül 2025
Ekonomi

ABD Ekonomisi S.O.S. Veriyor

31 Ağustos 2025
Yazılar

Çürüme “Türkiye Yüzyılı”nda Sürüyor

29 Ağustos 2025
Yazılar

Filistin Direnişinin Yankıları ve İşgal Devletindeki Çatlaklar

28 Ağustos 2025
POLİTİK - GÜNDEM

Çürüme, Çalkantı ve Kürt Sorunu

27 Ağustos 2025
Sonraki Yazı

Topağacı Mahallesi halkı belediye önünde: "Sessiz kalmayacağız"

Hakkımızda

Yeni Demokrasi’de yer alan yazı, fotoğraf ve haberler kaynak gösterilmek şartıyla kullanılabilir.
Yeni Demokrasi; işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin, geleceksiz bırakılan gençliğin, devrimci tutsakların ve devrimci basının sesidir.

İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz: yenidemokrasigazetesi@gmail.com

2024 Yeni Demokrasi – Yeni Demokrasi’de yer alan yazı, fotoğraf ve haberler kaynak gösterilmek şartıyla kullanılabilir.
Yeni Demokrasi | işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin, geleceksiz bırakılan gençliğin, devrimci tutsakların ve devrimci basının sesidir.

İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz: yenidemokrasigazetesi@gmail.com

  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
  • Tüm Haberler

Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
    • ANALİZ
    • ANI – ANLATI
    • BİLİM
    • ÇEVİRİ
    • İZLENİM
    • KADIN
    • KOLEKTİF DOĞRULTU
    • MAKALE
    • MEŞA AZADÎ
    • POLİTİK – GÜNDEM
    • TARİHSEL BELLEK
  • Tüm Haberler

Copyleft 2020, dizayn yeni demokrasi
İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz:yenidemokrasigazetesi@gmail.com