21–25 Eylül tarihlerinde önce New York’ta BM Genel Kurulu’na, ardından Washington’da Trump’la görüşmeye katılan R. T. Erdoğan, icazet verdikleri tarafından “dünya liderinin serüvenleri” dizisiyle takdim edildi. İyice saraya demirlenmiş bulunan medyanın kalemleri, bu seyahati bir “zafer” gibi sundular. Oysa ne BM kürsüsü için ne de Beyaz Saray’ın kapısı için çizilen tablo gerçeği yansıtıyordu.
Önce, elinde Gazze fotoğrafı ile çıktığı BM Genel Kurulu’nda vicdanlara seslendi; yaşanan insanlık dramının mimarı İsrail’i hırpalamamaya özen göstererek, bu vahşetin son bulmasını istedi. “Müslümanların lideri” kılığında yaptığı konuşma, yandaşları tarafından propaganda malzemesi haline getirildi. İsrail’le ticari anlaşmaları sürdüren beşinci ülke konumundaki Türkiye gerçeği hatırlatılmasa da, konuşmadaki ikiyüzlülük, sahtekârlık ve efendilerini rahatsız etmeyecek seçici cümlelere dikkat çekildi. Savaşları çıkaran, dünya halklarına kan, gözyaşı, açlık ve ölüm dışında hiçbir şey sunmayanların sofrasında konuşan Erdoğan ve benzerlerinin, dünya halklarının çıkarları doğrultusunda bir çaba göstermeleri beklenmiyordu. Buna rağmen görüşmelerin ve konuşmaların sunuluş biçimi, bu gerçeği gizleme niyetiyle doluydu ve adeta kör göze sokulan parmak gibi bir etki yarattı.
BM Genel Kurulu sırasında HTŞ lideri Colani ile görüşen Erdoğan, Şam yolundaki pazarlıkları burada tamamlamayı hedefledi. Başta SDG’nin mart ayı anlaşmasına bağlı kalmasının, yani “entegrasyonun başlamasının” sağlanması ve Suriye’nin geleceğinde pay sahibi olma ısrarı bir kez daha vurgulandı.
BM’deki görevini tamamladıktan sonra belirlenen Trump görüşmesi için yola çıkıldığında, ABD’den hangi icazetin alınacağı ve bunun karşılığında ne verileceği merak konusu olmuştu.
Bir aslan miyav dedi!
ABD ziyareti öncesinde “ilginç” bazı gelişmeler yaşandı. İktidar ortağı MHP lideri D. Bahçeli, meclis kürsüsünden yaptığı açıklamada şöyle dedi: “Dünyaya meydan okuyan ABD-İsrail şer koalisyonuna karşı akla, diplomasiye, siyasetin ruhuna, coğrafi şartlara ve yeni yüzyılın stratejik ortamına en uygun seçenek, ‘TRÇ’ ittifakının inşa ve ihya edilmesidir. TRÇ ittifakının Türkiye, Rusya ve Çin’den müteşekkil olması arzu ve önerimizdir.” fikrini mi ifade etti, yoksa ifade ettirildi bilinmez; ama bu çıkışın karşılığında ne olacağı sorusu sorulmaya başlandı. Malum, “barış” süreci onunla başlamıştı.
Bu hatırlatma, emperyalist ülkeler arasındaki kutuplaşmada Türkiye’nin eksen değişikliğine gidebilme ihtimalini tartıştırdı. Ülkenin yapısını ve ABD emperyalizmiyle ilişkisini bilenler açısından, hem Bahçeli’nin çıkışının hem de bahsi geçen tartışmaların ne kadar boş olduğu açıktır. Hatırlanacağı üzere ABD, 2020 yılında Rusya’dan alınan S-400 hava savunma sistemi nedeniyle Türkiye’ye CAATSA kapsamında yaptırım uygulamaya başlamıştı. Bu yaptırımın kaldırılması talebiyle Trump’ın yanına uçan Erdoğan, o dönemde yaptığı bu ticaretin bedelini yeterince ödediği konusunda Trump’ı ikna etmeye çalışacaktı.
Emperyalist rekabetin kızıştığı günümüzde, Türkiye’nin ABD’yi dışında tutarak yeni bir rota ve ilişkiler denklemine girmesi, küçük ortağın boyunu aşacak kadar önemli bir konudur.
Yine 25 Eylül görüşmesi öncesinde dikkat çeken bir “çıkış” da Erdoğan’ın Trump’la ilgili söyledikleri oldu. Erdoğan, “Hatırlarsanız Sayın Trump bir ifade kullandı: ‘Rusya-Ukrayna savaşını ben bitiririm’ dedi. Bitti mi? Hâlâ devam ediyor. Aynı şekilde ‘Gazze savaşını ben bitiririm’ dedi. Bitti mi? Hayır” dedi ve serzenişte bulundu. Erdoğan’a yanıt, gecikmeden ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’dan geldi: “Bakın, insanlar çıkıp istedikleri şeyleri söyleyebilir, ama iş bir şeyin yapılmasına geldiğinde Beyaz Saray’a gelirler” dedi. Yani bu konuşanlar son noktada gelip Beyaz Saray’da yalvarır. Zaten Erdoğan’ın sözleri ciddiye alınmadı ve bir daha dile gelmedi.
Trump buluşması öncesi İstanbul’da gizlice “Junior” Donald’la yapılan görüşme de kamuoyuna yansıyan, ancak sessiz geçiştirilen gelişmelerden biri oldu. Bu görüşme, Trump’la yapılacak görüşme öncesinde bir nabız yoklamasıydı. Görüşmenin gizli tutulmasının temel nedeni, bu denli bir düşüşün kamuoyuna yansıtılmamasıdır. İçeride ve dışarıda iyi gitmeyen durumun yarattığı tabloyu düzeltmek için kiminle gerekiyorsa görüşme telaşı, iktidar açısından anlaşılmaz değildir.
Bu gelişmelerle Beyaz Saray’a giden Erdoğan’ın gündeminde S-400 nedeniyle Türkiye’nin atıldığı F-35 programı ve CAATSA kapsamında uygulanan F-16 yaptırımlarının kaldırılması, ekonomik yatırımlar vb. olarak sunuldu. Tabii bunların karşılığında ne verileceği konusu sır kaldı. Görüşmeye, yakasında F-16 rozetiyle gelen Trump’ın bu hareketi sergilediği liderlik özellikleriyle uyuşmakta. Yaklaşık iki saat süren görüşmenin ardından verilen samimi pozlar Erdoğan’ın beklentisinin karşılandığını kanıtlar nitelikteydi. ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack yapılan görüşmenin özünü kamuoyuyla paylaştı. “Mesele S-400 değil. Mesele F-16 değil. Mesele F-35 değil. Mesele meşruiyet. Trump, Erdoğan’a ihtiyacı olan meşruiyeti verecek” dedi.
Meşruiyet Sağlandı Mı?
Görüşmede nelerin konuşulduğunun tahmin edilmesi zor değil. Orta Doğu’daki gelişmeler ve özellikle Suriye’de yaşananlar muhtemelen gündemdeydi. İçeride, “Terörsüz Türkiye” projesi kapsamında sorunun Suriye ayağında da çözülmesi ve pastanın yeniden paylaşımında hak sahibi olunması hedeflenmektedir. Tek başına Şam yolunu arşınlamanın sonuç vermeyeceğini bilen Erdoğan’ın bu konudaki ısrarının arka planında, SDG engeli ortadan kalkarsa her iki ülkenin ortak çıkarlarına daha rahat yürüyeceği düşüncesi vardır. Ancak mesele, Türkiye-ABD çıkarları değil; mesele ABD’nin çıkarları gereği Türkiye’nin nasıl hareket edeceğidir. Bir dizi adımın atılamamasının temel nedeni budur.
Trump’ın Erdoğan’a meşruiyet kartını daha önceden verdiğini biliyoruz. Hatırlanacağı üzere, 18 Mart günü ABD Dışişleri Bakanı açıklama yapmış ve “Türkiye’den güzel haberler bekliyoruz” demiş; ertesi gün, 19 Mart sabahı, İBB’ye dönük operasyon gerçekleştirilmiş ve CHP’ye dönük sindirme ile süpürme operasyonlarının başlangıç startı verilmiştir. Bu gelişmelerin ABD’den bağımsız ve ona rağmen olmadığı açıktır. Derinleşen ekonomik kriz, rafa kaldırılan kırıntı düzeyindeki haklar ve çığ gibi büyüyen işsizlik ve yoksulluk, halkın iktidara olan güvenini sarsmış ve düzenini devam ettirmenin yegâne koşulunun baskı ve daha fazla baskı ile mümkün olduğunu göstermiştir. Bu koşullarda desteği ABD’de bulan Erdoğan’ın, dünyadaki mevcut durum ve gelişmeler düşünüldüğünde, istenen liderlik profiline uygun olduğu da anlaşılmaktadır.
ABD emperyalizmi açısından sorun dönem politikalarını sorunsuz uygulanmasıdır. 23 yıllık AKP iktidarı varlığını bu gerçekliğe borçludur. “Tek adam rejimi” olarak ifade edilen yönetim şeklinden, “saray rejimi” tanımlamalarına kadar yaşanan tüm süreci Erdoğan’ın iktidar hırsı ile açıklamak bir yanılgıdır. AKP’nin iktidarda olduğu dönem boyunca kendi içinde ve devlet kurumlarında yürüttüğü tasfiye operasyonları hatırlanırsa bunların hem ülke içinde hem de özellikle Orta Doğu’da oynaması gereken rolün önünde olan engelleri nasıl kaldırdığını görürüz ve bunların hiçbiri efendisi ABD’ye rağmen değildir. Bugün emperyalist sistemin ihtiyaç duyduğu model budur ve hayata geçen de bundan fazlası değildir.
ABD’nin meşruiyet kartına rağmen mevcut iktidar ciddi varlık sorunu yaşamaktadır. Ayakta kalmanın yollarını arayacak ve bu yolların tümü kitlelerin daha fazla bedel ödemesini gerektiren bir yola çıkacak. Sofrada ekmeği kalmayanların büyüyen sayısına rağmen saltanat sürdürenlere büyüyen öfkenin zamansız patlayabildiğini Nepal’de gördük. Yakılan sarayların külleri belki bugün değil ama yarın açlıkla sınanan halka umut olacaktır. Yeter ki o güne kadar sabırla kitlelere gitmekten, onlara gerçekleri anlatmaktan, gerçek kurtuluşun yolunu göstermekten bıkmayalım, yorulmayalım.








